2011’in merak edilen yabancı filmlerinden biri (diğeri “The Tree of Life”) Melancholia kesinlikle beklenenden çok daha fazlasını veren bir proje olarak ekrana aktarılıyor. Ünlü Danimarkalı yönetmen ve senarist Lars von Trier’in imzasıyla merak uyandıran drama, oldukça etkileyici bir öyküyü anlatıyor.
Lars von Trier, Dogma 95 hareketiyle tanınır. Hareketin özelliklerine bakıldığında Melancholia’da da benzerlikler görmeniz mümkündür. Cannes Film Festivali’nin gözde isimlerinden olan Trier’in “The Element of Crime”, “Epidemic”, “Europa”, “Breaking the Waves”, “Dancer in the Dark”, “Dogville”, “Antichrist” projeleri ödüllerle ün yapmıştır. “The Tree of Life” gibi, bu filmi de izlemeden önce Lars von Trier’in projelerine ve felsefesine biraz göz atmak gerekiyor.
130 dakikalık İngilizce dilinin kullanıldığı Danimarka yapımının başrollerinde Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg ve Kiefer Sutherland oynamaktadır. Bu seneki Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkan filmin oyuncusu Kirsten Dunst, en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Hatta Türkiye’ye geldiğinde Nugül Yeşilçay ile yaptığı röportajda aralarında bu ödülle ilgili yarı şaka yarı ciddi mini bir çekişme bile yaşanmıştı.
Yeni evlenen Justine ve Micheal, kutlamalarını akşam Justine’nin ablası Claire’nın malikanesinde yaparlar. Karakter olarak birbirlerine tamamen zıt olan bu kız kardeşlerden Justine, depresyona meyilli ve melankoliye yatkındır. Claire ise hayat daha pozitif ve gerçekçi bakabilen, planlı ve programlıdır. Aile sırlarının da gün yüzüne çıktığı gecede Melankolia adlı bir gezegen, bu zamana kadar Güneş’in arkasında saklı kaldığı yörüngeden çıkarak Dünya’ya doğru yaklaşır. Ailecek herkes kendi hayatlarının sonlarını düşünürken, kıyamet de hiç uzakta değildir.
Oldukça ağır bir sahne ve müzikle başlayan filmde evrenin görünüşüne ve hareketlerine şahit oluyorsunuz. Slow motion tabiriyle de devam etmektedir. Tabi ilk bakışta bu sahneleri izleme sebebini düşünürken, film içerisinde bağlantısını anlamak mümkün. Hatta film ilerledikçe de girişin oldukça başarılı olduğunu fark edebilirsiniz. Birçok metaforu da içinde barındırıyor. Örneğin ağaç köklerine bağlanmış ayaklar, kaçmak isteyen insanlar gibi. Tabi bu metaforlar filmi izledikçe yerini buluyor. Görüntü ve teknik özellikler çok iyiydi. Çekimler insanı büyülüyor. Hatta büyülerken sıkıntıya bile sokabiliyor. Zaten zor bir konu anlatılıyor ve insanın hazmetmesi için zaman gerekiyor. Bir de buna teknik çekim eklendiğinde bir huzursuzluk cereyan ediyor. Tabi bu yönetmenin hedeflediği bir durum olduğu için başarı da artıyor. Filmi gece izlediğimden midir nedir, hem uykuya dalamadım hem de daldıktan sonra kabuslar görmeme sebep oldu. Öykü o derece etkiliyor bünyeyi. Kullanılan mekan oldukça güzeldi: Koskoca yeşillikler arasında bir malikane! Gerçi o mekanın kasveti, soğukluğu insanın içine işlemiyor da değil. Dekor ve kostüm detayları da hissiyatı kuvvetlendiriyor. Kostüm olarak en çok göze çarpan da şüphesiz Justine karakterinin gelinliğiydi. Her an dekoltenin açıldı paniğiyle izlenirken aslında Justine’nin de gerçek karakterinin ortaya çıktı çıkacak olması benim aklıma gelen bir metafor mudur yoksa yönetmen de bunu düşünmüş müdür emin değilim.
İki bölümden oluşan filmin ilk bölümünde Justine karakteri üzerinde yoğunlaşılıyor. Akşam karanlığı içinde anlatılan öykü karakterin ruhunu yansıtıyor. Bazı sahnelerde amatör kamera havası yaratılması da gerçekçiliğin daha ön plana çıkmasını sağlıyor. Anlatım oldukça yavaş gözükse de duyguları daha iyi aktarma çabasında istediğine ulaşıyor. Ağır anlatımın da amacı zaten bu değil midir? O karakterin ya da karakterlerin yaşadığı, hissettiği şeyleri ekranın karşısındakine de hissettirmek. İkinci bölümde ise abla Claire karakterine yoğunlaşılıyor. İki kardeşin ne kadar farklı olduğunu ikinci bölümde daha iyi gözlemleyebiliyorsunuz. Planlı ve detaylı bir yaşam stili seçen, gergin ortamlarda panik atak geçirebilen birinin ölüme yaklaştığında nasıl da bir yandan o paniği devam ettirdiğini, diğer yandan da sakinleştiğini ya da tabiri caizse koyverdiğini izlemek şaşırtıyor.
Bu sefer daha sonlara bırakmayı tercih ettiğim ve benim vazgeçilmezim olan müzik çalışması ise filmle oldukça örtüşüyor. Richard Wagner’in en uzun ve en zoru kabul edilen “Tristan ve Isolde” operasının müziği filmi zapt ediyor. Başlarda biraz ağır olsa da gittikçe büyülediğini kabul etmek gerekiyor.
Genellikle olumlu eleştiriler alan proje bir yandan da birçok tartışmanın ortasına çekiliyor. Oldukça orijinal bir kurgu ve çekime sahip olduğu düşünülürken Lars von Trier’in benzersiz biri olduğu da kabul ediliyor. Özellikle herkesin favori sahnesi olacağından emin olduğum kapanış sahnesi epeyce bir ses getirmiş durumdadır. IMDB notu şimdilik 7.7 görünüyor lakin (yeni filmlerde çoğunlukla yüksek olur) zamanla puanının düşeceğini de pek sanmıyorum. İzlendikten sonra pat diye unutulanlardan değil de üstünde çok konuşulabilecek bir proje yaratıldığından şüphe yok.
Genellikle olumlu eleştiriler alan proje bir yandan da birçok tartışmanın ortasına çekiliyor. Oldukça orijinal bir kurgu ve çekime sahip olduğu düşünülürken Lars von Trier’in benzersiz biri olduğu da kabul ediliyor. Özellikle herkesin favori sahnesi olacağından emin olduğum kapanış sahnesi epeyce bir ses getirmiş durumdadır. IMDB notu şimdilik 7.7 görünüyor lakin (yeni filmlerde çoğunlukla yüksek olur) zamanla puanının düşeceğini de pek sanmıyorum. İzlendikten sonra pat diye unutulanlardan değil de üstünde çok konuşulabilecek bir proje yaratıldığından şüphe yok.
Oyuncu kadrosunda beni şok eden kesinlikle Kirsten Dunst oldu. Cannes Film Festivali’nde ödül aldığında (filmi o dönem izlemediğim için) inanamamıştım. Daha önce izlediğim 5-6 filminde her ne kadar başarılı bulsam da ödül alacak kadar etkileyici olduğunu düşünmemiştim. Hatta bu kadar merakla beklenen bir projede ne için Dunst’ın seçildiğini de kendi kendime hep sormuştum. Tabi seyrettikten sonra sebebini anladım. Kirsten Dunst kesinlikle bu filme çok yakışmış. Hem de ödülü hak etmiş. 1982 ABD doğumlu şarkıcı, oyuncu ve model Dunst; daha önceden “Interview with the Vampire”, “Little Women”, “Spider-Man”, “Mona Lisa Smile”, “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”, “Spider-Man 2”, “Elizabethtown”, “Spider-Man 3”, “All Good Things” gibi filmlerle öne çıktı. “Interview with the Vampire” ile en iyi yardımcı kadın oyuncu Altın Küre adayı oldu. Alışılageldik bir simaya sahip olmaması ona ekran önünde büyük bir avantaj kazandırıyor. Daha önce "The Tree" filmi ile blogta yer verdiğim ablası rolündeki 1971 doğumlu Charlotte Gainsbourg ise çok iyi bir şekilde karakteri canlandırıyor. Zaten yönetmenle daha önce “Antichrist” filmde beraber çalışarak Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülüne sahip olmuştu.
izledim, baya değişik bir filmdi :)
YanıtlaSilBeğendin mi peki?
YanıtlaSilKirsten Dunst için Süpermenden sonra bir patlama filmi olabilir. Fakat şunu söylemeliyimki bir avrupalı yönetmen dünya popülaritisine ne kadar sevdirir kendini bu düşündürür. ama Ejderha Dövmeli kız serisi ndede parmağı olan danimarkalılar bakalım istediklerini elde edebileceklermi?
YanıtlaSilPeki amaç dünya popülaritesine kendini sevdirmek midir acaba?
YanıtlaSilizledikten sonra buraya baktım hemen, umarım beğenmemişir diyerek.. açıkçası net bir izlenim edinemedim.. ancak şu yorum süper olmuş: "Her an dekoltenin açıldı paniğiyle izlenirken aslında Justine’nin de gerçek karakterinin ortaya çıktı çıkacak olması benim aklıma gelen bir metafor mudur yoksa yönetmen de bunu düşünmüş müdür emin değilim."
YanıtlaSilBen 2011 yılının en iyi filmlerinden biri olarak söylüyorum Melancholia'yı. Burada filmin detaylarını sorguladığım için belki de net aktaramamış olabilirim ama bence çok başarılıydı.
YanıtlaSilBu film senden kaç puan alır merak ediyorum :) Ona göre yarın filmi ya alıcam ya almıcam :):)
YanıtlaSilBenim 2011 favori filmlerimdendi. 9/10! Ama izlemesi pek kolay değil, sevmeyebilirsin :)
YanıtlaSil