28 Şubat 2011 Pazartesi

All Good Things (2010)

Etkileyici afişindeki "The perfect love story" söz öbeğine kanıp aşk filmi izleyeceğimi umarak başladığım filmin bambaşka bir türe döndüğünü afişe tekrar baktığımda altında "until it became the perfect crime" diyerek bittiğini fark ettim. Dikkatsizliğimin sebep olduğu bu ince ayrıntı, son zamanlarda bir türlü mutlu mesut film izleyememe şansıma bir tanesini daha ekledi. Buna rağmen, senaryosu ve oyunculuklarıyla beni büyüleyerek buraya da yazmama vesile oldu.

Baş rollerini Ryan Gosling ve Kirsten Dunst'ın paylaştığı All Good Things, Marcus Hinchey ve Marc Smerling tarafından gerçek bir olaydan esinlenerek senaryolaştırılmış. New York tarihinde çözülememiş, en meşhur cinayet davalarından biri olan, karısının kaybolmasıyla katil olarak suçlanan emlak kralı Robert Durst'un esrarengiz hayatını anlatıyor. 

Yaklaşık 30 yıllık bir sürenin 101 dakikaya sığdırıldığı senaryoda, emlak kralı David Marks (Gosling), ilk görüşte aşık olduğu Kathie ile babasının itirazlarına karşı evlenir. Çok mutlu bir beraberlikleri vardır. David'in babasının (Frank Langella) maddi yönden yaptığı baskı onları yaşadıkları kasabadan şehre taşımaya iter ve David babasıyla emlak işine başlar. Her şey güllük gülistanlık giderken, zamanla evliliğin üzerinde kara bulutlar dolanır. Kathie'nin çocuk istemesine karşın David'in verdiği "Beni istediğin kişi yapmaya çalışıyorsun ama ben o kişi değilim." cevabı ilişkilerinin sorgulanmasına sebep olacak kadar ağırdır. David bu olayla birlikte daha içine kapanık, iş odaklı ve karısına soğuk davranmaya başlar. Kathie sabırla evliliği yürütür fakat David artık evlendiği ve aşık olduğu adam değildir.

Aşktan drama geçen film, gizemini en başından beri koruyarak gerilim türüne döner. Bu noktada aslında heyecanı kaybettirmese de seyirci kopukluk yaşayabiliyor. Gene de yarattıkları atmosfer ve oyuncuların performansıyla izlenmeye devam ediliyor.
Jim Carrey'in "Number 23" filminde oyunculuğuyla şaşırttığı gibi, romantik komedi türünün aktristi olarak düşündüğüm Kirsten Dunst da bu hikayedeki karakteri başarıyla canlandırarak izleyiciyi büyülüyor. O neşe dolu kadının her ilerleyen dakikada hüzün ve korku dolu bir kişiliğe bürünmesi konuyu daha da gizemli kılıyor. Ryan Gosling ise "The Notebook"ta pasif ama aşık rolü ile beynime kazınmış bir aktördür. All Good Things'i izlemeye başladığımda "Allahım gene aynı durağanlıkta bir aşık mı? Bunun ikincisi çekilmez ki!" derken evlenmeyi düşündüğünüz adamın çocukluğuna kadar inip tanımanız gerektiğini beyninize kazdıracak kadar aşık fakat sorunlu bir karakteri muhteşem canlandırıyor.

Ryan Gosling aynı dönemde biri All Good Things olan iki evlilik konusunu içeren filmle ekranda boy gösterdi. Bunlardan ikincisi ise en iyi kadın oyuncu dalında Akademi Ödül adayı olan (ama Black Swan varken zaten kazanılması hiç beklenilmeyen) "Blue Valentine"dı. Onda da problemli bir evliliği Michelle Williams ile göz doldurucu şekilde ekrana yansıtmış olsa da benim tercihim All Good Things'ten yanadır.

27 Şubat 2011 Pazar

Never Let Me Go (2010)

Genç oyuncu kadrosu nedeniyle izlemek istediğim fakat oyunculardan çok konusu ile beni şaşkına uğratan Never Let Me Go, Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro'nun Time tarafından "İngilizce yazılmış en iyi 100 roman" listesine girmiş kitabından uyarlanmıştır. "28 Days Later" ve "The Beach" filmlerinin senaristi Alex Garland'ın uyarladığı senaryoyu, baş rolünde Robin Williams'ın oynadığı izlemeye değer "One Hour Photo"nun yönetmeni Mark Romanek yönetmiştir. 113 dakikalık dramın genç oyuncuları Andrew Garfield ("The Social Network"), Keira Knightley ve Carey Mulligan ("Pride and Prejudice")'dır.

Awakenings (1990)


Senaryosunu Oliver Sacks'ın kitabından uyarlayarak üstelenen Steven Zallian'ın yazdığı, yönetmen koltuğunda Penny Marshall'ın oturduğu filmin baş rollerini Robert de Niro ve Robin Williams paylaşmaktadır. 121 dakikalık Awakenings, en iyi film, en iyi erkek oyuncu (Robert de Niro) ve en iyi uyarlama senaryo dallarında Akademi Ödülü adayları seçilip, eli boş dönen ama klasikler arasına girmeyi hak eden bir uyarlamadır.

Nöroloji araştırmacısı olan Malcom Sayer (Robin Williams), iş başvurusu için geldiği hastanede personel eksikliğinden dolayı klinik doktoru olarak işe alınır. Teşhis koyulamasa da bir nevi bitkisel hayatta yaşayan, tepkisiz fakat tam da komada denilemeyecek insanların bulunduğu  kronik vakalar hastanesinde, hasta bakıcılar sayesinde yıllardır yaşamaya devam eden hastaların, 1920'lerde yayılan bir virüsten dolayı bu durumda oldukları düşünülmektedir. Malcom Sayer, iyileşemeyecek gözüyle bakılan bu kişiler için araştırmalar ve deneyler yaparak hem hastane çalışanlarının hem de hasta yakınlarının umudu olmuştur. 11 yaşında çocukluğu elinden yavaş yavaş giderek bu hastalığın pençesine düşen Leonard Lowe (Robert de Niro) üzerinde izin alarak bir Parkinson hastalığı ilacını dozunu arttırarak kullanan Malcom mutlu sonra ulaşır ve Leonard'ın uyanmasını sağlar. Bunu birçok hastada deneyip 1969 yazını tüm hastalar, hasta bakıcılar ve hasta yakınları için unutulmaz bir dönem olarak yaşatır.

Leonard'ın 30 yılın verdiği yaşanmamışlık korkusuyla hayata tutunma mücadelesi ve bu uğraş uğruna hastanenin "koğuş ağalı"na dahi soyunması mutluluk ve gözyaşları içinde izleniyor. Bir gece uyuyup da tekrar uyanamayacağını düşündüğünden yeniden uykuya dalamaması ise insanın yüreğini burkuyor. Robert de Niro'nun o kadar çok filmini izledim ve birçok karakterde onu olağanüstü buldum fakat Leonard karakteri açık ara en iyilerinden diyebilirim. Buna rağmen bu filmle Oscar'ı kucaklayamaması izleyicide kalp kırıklığı bırakıyor.


Filmde anlatılmaya değer sahneleri izlemenizi umarak aktarmıyorum ve Robert de Niro'nun performasını övmekten diğer baş rol oyuncusuna haksızlık ettiğimi düşünerek Robin Williams'a geçiyorum :) "Good Will Hunting" ile en iyi yardımcı erkek oyuncu Akademi Ödülünü kazanan Robin Williams, Awakenings ile sadece komedi oyuncusu olmadığını komediden uzak bir rol ile (buna "Insomnia" filmini de eklemek isterim tabi ki) ispatlıyor. Bununla birlikte, 2004 yılında Comedy Central tarafından yayınlanan " tarihin en iyi 100 stand-up komedyeni" listesinde 13. olarak gösterilmesi de yıllardır stand-up yapan usta oyuncunun "komedi oyuncusu" olarak gösterilmesinin güçlü bir sebebidir.

25 Şubat 2011 Cuma

The White Ribbon (2009)

2010 "En İyi Yabancı Dilde Film" adaylığında Altın Küre Ödülünü alan The White Ribbon (Das Weisse Band),  Türkiye'de yaklaşık bir yıl önce vizyona girmiş fakat izleyiciler tarafından hak ettiği ilgiyi görememiştir. Bunun sebebini dünyaca ünlü Alman yönetmen ve senarist Michael Haneke'nin de kabul ettiği rahatsız edici tarzının etkisi olduğunu, bu tarzın da 144 dakikalık bir filmi izlemeyi zorlaştırdığını düşünüyorum.

1913 Almanya'sında - tam da Birinci Dünya Savaşı öncesi - bir köyde yaşanan garip ve ürkütücü kazaları köy öğretmeni tarafından anlatan film, bize göre birçok şeyin yanlışlığını Alman kültürü parçası olarak yansıtmaktadır. Bunu söylerken Alman kültürünü yanlış olarak aksetmiyorum; sadece kültürün katı kuralları 2000li yıllarda izlenildiğinde özellikle konu çocuklar olunca çok acımasız gelmektedir. Film gayet sade ve "normal" başlasa da olayların gidişatı siyah beyaz çekilmiş sahnelerde insanı içine çekiyor ve derinleşiyor. Filmin siyah beyaz olması buna rağmen insanı rahatsız etmiyor çünkü konunun yarattığı gerilim renkli karelerde bu kadar etkili olamazdı.

Peş peşe yaşanan at kazası, ambar yanması, işçi kadının ölümü köy halkında suçluyu arayıp bulmaya iter ve birbirlerinden şüphe duymaya başlarlar. Bu arada da yetişkinlerin, daha doğrusu erkeklerin çocuklara karşı acımasız davranışları (ama onlara göre bu bir terbiye) seyirciye bıkkınlık getirip "Yeter ama artık!" dedirtiyor. Çocukların hepsi mutsuz, başları önde lakin bir o kadar da suratları ürkütücü! Zaman geliyor suçluları ararken onlardan da şüpheleniyorsunuz; zaman geliyor bu kadar ezilmenin, hor görülmenin sonucunda başka türlü davranmalarını bekleyemiyorsunuz. 

Ataerkil toplumun yarattığı diğer bir "bozukluk" ise -en az çocuklar kadar belki de daha fazla- kadınlara yapılan psikolojik baskı olarak izleyenin yüzüne tokat gibi çarpıyor. Filmdeki doktorun ebe ile olan ilişkisi, kadını aşağılaması beyne kan sıçratıyor! Ebeye yapılan hakaretler benim için filmin doruk noktasıydı çünkü sonrası için izlemeye gücüm kalmamıştı. Lakin, merakım bunun önüne geçti.

En başında bahsetmem gereken filmin isminin anlamını bahsetmek istediklerimin çok olmasından dolayı sona bıraktım. Beyaz bant, filmde çocukların taktıkları; masumiyeti, saflığı daha doğrusu kötü olan her şeyden çocukları korumak için bir sembol olarak kullanılmaktadır. Köylüler bu bantı çocuk eğitiminin bir parçası olarak yansıtırlar. Kötülükleri ört bas etmelerinin "kabul edilebilir" hali aslında görmek istemedikleri şeyleri daha çok simgeliyor. Faşizmin doğuşu da güneşin doğuşu kadar netleşiyor. 

Son olarak, çocuk oyuncuların bu kadar iyi oynadığı filmi çok az bulabilirsiniz. O yaşta bu baskın psikoloji ile nasıl başarılı olduklarını anlamak inanın ki çok zor...

24 Şubat 2011 Perşembe

The Company Men (2010)

İlk görüşte adı ve afişiyle beni izlemeye iten, yönetmenliğini ve senaristliğini ünlü Amerikan TV yapımcısı John Wells'in üstlendiği The Company Men, Ben Affleck, Tommy Lee Jones, Chris Cooper ve Kevin Costner'ın dahil olduğu takdire şayan bir kadroyla seyirci karşısına çıkıyor. Film, GTX şirketinin finansal performansını arttırması amacıyla faaliyet alanlarında küçülmeye gitme politikası sonucunda işsiz bıraktığı binlerce çalışanından üç beyaz yakalının bunalımını ve iş bulma sürecini konu alıyor.

Tahmini olarak 13-15 filmini izlediğim, aralarından "Good Will Hunting", "Pearl Harbor", "The Sum of All Fears", "Daredevil" ve "Gone Baby Gone"daki performansını çok beğendiğim Ben Affleck, Bobby Walker karakteriyle, yılda 120.000 dolar kazanan fakat bir sabah geldiğinde kapı önüne koyulan karakteri canlandırıyor. Tabi Türk mantığıyla bakınca insanın kafası karışıyor çünkü adam yılda 120.000 dolar kazanıyor ama lüks bir evde yaşıyor, Porsche'ye biniyor ve golf sahalarından çıkmıyor. Bizdeki yastık altı yatırımı (ya da gençken küpü doldurmak lazım) Bobby'de olmadığı için işten kovulunca borçları yaşam kalitesini, ailesini ve çevresini olumsuz etkiliyor. Tüm kapılar yüzüne kapatılıyor ve işsizliğin yarattığı bunalıma girerken geçim derdi uğruna küçük gördüğü işte çalışmak zorunda kalıyor. Tam da bu noktada, Kevin Costner "Neden bu filmde bu kadar basit bir rolde oynamayı kabul etmiş ki?" diye sorgulamama sebep olarak ortaya çıkıyor. Karakterin yarattığı komedi filme renk katsa da bunu Kevin Costner'ın canlandırması cidden gereksiz görünüyor.


104 dakika boyunca en doyurucu oyunculuğu 64 yaşındaki Tommy Lee Jones sayesinde görüyoruz. Her yapımda devleşen oyuncu, Gene McClary karakteriyle filmi dolduruyor. Şirketteki bölümünün kapatılması sonucunda sorumluluk duyduğu kişilerin zor durumda kalmasını hazmedemeyip mücadelesini sonuna kadar koruyor. Ortaya çıkan gerçek ise: İnsanlar yıllarca şirket için emek verdiler ama maaşlarını da aldılar, hasta olunca ilaçları da alındı, konforlarını da sürdürdüler. Bu bakış açısına söylenecek sözleri izledikten sonra size bırakıyorum.

Oyuncular hakkında araştırma yaparken Tommy Lee Jones'un Harvard - İngiliz dili ve edebiyatı bölümünü burslu olarak bitirdiğini öğrendim. Kalitesini belki de genç yaşından beri tiyatro başta olmak üzere aldığı birçok eğitime borçludur. Ben Affleck ise Arapça dahil 5 dil bilen yardımsever bir oyuncu. Ayrıca "Good Will Hunting" filmi ile 1998 yılında "En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü"nü kazanmış bir senaristtir.

22 Şubat 2011 Salı

Çoğunluk (2010)

28 Mart 2011'de gerçekleşecek Dördüncü Yeşilçam Ödülleri'nde en iyi film, yönetmen, kadın oyuncu, erkek oyuncu, yardımcı kadın oyuncu, görüntü yönetmeni, senaryo, sanat yönetmeni, genç yetenek, ilk film ve kurgu dallarında aday olan Çoğunluk filmi o kadar iddialı duruyor ki şimdiye kadar izlemediğim için pişmanlık duyuyordum. "Peki, izledikten sonra pişmanlık geçti mi?" derseniz; yanıtını ben de tam olarak veremeyeceğim.


Senaryo ve yönetmenliği Seren Yüce'ye ait olan film, kuşkusuz ki Türk sinemasına yeni bir ustayı kazandırmıştır. Zira, bunu yurt dışındaki festivaller görmüş olacak ki Venedik Film Festivali Geleceğin Aslanı ödülü bahşedilirken, Angers Avrupa İlk Film Festivali de Büyük Jüri Ödülünü sunmuştur. Her ne kadar Antalya Film Festivali'nde ödüllere doymayan filmleri genellikle çok ilgi çekici bulamasam da 47.'sinde en iyi film, yönetmen ve erkek oyuncu ödülünü bu film kazanmıştır. Bu da merakı arttırmıştır.

21 Şubat 2011 Pazartesi

4 Cümlede Oscar Adayları

Bu sene adayları son ana bırakmadan bitirdiğim için tek tek yorum yazmak yerine göze çarpan yedi tanesini dörder cümleyle özetleyeceğim (bırakın cümleleri saymayı, sadece okuyun yeter :) ).

THE SOCIAL NETWORK

Facebook sitesinin kurucusu Mark Zuckerberg ve arkadaşlarının hikayesini anlatan film usta yönetmen David Fincher elinden çıkmıştır. En iyi film, yönetmen, erkek oyuncu, görüntü yönetmeni, müzik ve kurgu dallarında aday olan filmin bu kadar sükse  yapmasının sebebini yapımdan çok popüler kültürün bu aralar (fakat tabi ki sonu kaçınılmaz) vazgeçilmezi olan Facebook'tan geldiğini kabul etmek lazım. Yönetmenin büyük bir katkısı olsa da 120 dakika sürmesine gerek kalmayacağını ve bu kadar çok dalda adaylığı hak etmeyeceğini filmi izlediğinizde fark edersiniz. "The Village", "Cursed", "The Hunting Party" gibi filmlerden hatırlanan  Jesse Eisenberg'in genç yaşına rağmen Oscar adayı olması büyük bir başarı fakat Colin Firth ve Javier Bardem varken bu sene şansı oldukça az görünüyor.      

BLACK SWAN                  

Bu seneki adaylardan beni en çok etkileyen ve hatta izleyeli 1,5 ay olmasına rağmen aklıma geldikçe sırtımın kaşınmasına sebep olan 108 dakikalık harika bir film! "Pi", "Requem For A Dream", "The Wrestler"'ın meşhur yönetmeni Darren Aronofsky'ın yönettiği filmin baş rolünde Oscar'ı kesinlikle hak eden Natalie Portman oynamaktadır. New York'ta Kuğu Gölü'nün baş balerini olmak için büyük bir azim ve hırsla çalışan yetenekli balerin Nina'nın rolü hak etme mücadelesini anlatan hikaye dans sevenlerin ilgisini ne kadar çekti bilmiyorum ama baleyle hiç ilgisi olmayan beni o kadar etkiledi ki yarattığı gerilim yüzünden hem bir an önce bitmesini hem de devam etmesini istedim. NTV'de izlediğim bir programda anlatılana göre, Natalie Portman 12 yaşından beri profesyonel olarak hiç dans etmediğinden bu rol için çok uzun süre çalışmış ve kesinlikle başarmış!

THE KING'S SPEECH

Black Swan'den sonraki favori adayım olan The King's Speech, daha önce adını duymadığım Tom Hooper tarafından yönetilmiş sade fakat bir o kadar da etkileyici 118 dakikalık tarihi bir dramı konu alıyor. İngiliz Kraliyet ailesi tarihini anlatan filmlerin arasından hızlıca üst sıralara yükseldiği görülen yapımda, babası beşinci George'un ölümüyle mecburi olarak tahta geçen altıncı George'un 4-5 yaşından beri en büyük kabusu olan kekemeliğini yenme mücadelesini izliyoruz. Yıllardır Oscar da dahil bir çok adaylığı olmasına rağmen Oscar siftahı yapamayan Colin Firth, 2009 yapımı "A Single Man" ile bu heykelciğe çok yaklaştı ve umuyorum bu sene sahip olacak. "Frankestein", "Fight Club", "Big Fish", "Charlie and The Chocolate Factory", "Sweeney Tod: The Demon Barber of Fleet Street" ve "Harry Potter" serisi gibi filmlerde oyunculuğuyla göz dolduran Helena Bonham Carter da Kraliçe Elizabeth karakteriyle Colin Firth'e eşlik ederek adaylığa göz kırpıyor.


THE FIGHTER

Yönetmenliğini David O. Russell'ın yaptığı, bir boksörün hayatını anlatan 115 dakikalık film, 2008 yapımı "The Wrestler"'dan sonra "Neden Allah'ım neden?!?!" demekten beni alıkoyamıyor. Oscar adayı olduğu için izlemeye mecbur hissettiğim bu boksör filmleri umarım iki sene sonra aralarına üçüncüsünü de almadan hayatlarımızdan çıkar giderler. Buna rağmen, bir çok dalda aday olan filmin oyuncu kadrosu o kadar sağlam ki izlerken Christian Bale'i, Amy Adams'ı ve Melissa Leo'yu rol yaparken göremiyorsunuz çünkü onlar rollerini resmen yaşıyorlar. "American Psycho", "The Machinist" ve "The Dark Knight"'tan sonra Christian Bale beni dördüncü kez büyüleyerek yardımcı erkek heykelciğini kazanması beklenen aday olarak görünüyor.

THE KIDS ARE ALL RIGHT

Sıra dışı konusu, zengin oyuncu kadrosu ile göz dolduran keyifli bir komedi olan The Kids Are All Right'ı (bazı bölümler dışında) genel olarak sıkılmadan 106 dakika boyunca izleyebilirsiniz. Lezbiyen bir çift yapay döllenme yoluyla iki çocuk sahibi olur ve çocuklar belli bir yaşa geldiklerine babaları ile tanışmak isteyerek Mark Ruffalo'nun canlandırdığı Paul'ü bulurlar. Paul'ün hikayeye sızmasıyla aile düzeni tahmin edilemeyecek şekilde bozulur ama bu durumu "Eyvahlar olsun!" demeden komedi olarak ele alırlar. Oscar adayı olmayı çok hak ettiğini düşünmediğim filmde Annette Bening en samimi karakteri oynarken, Julianne Moore ise antipatikliğin doruklarında bir karakter canlandırarak saç baş yolma sebebi oluyor.

127 HOURS

"Trainspotting", "28 Days Later", "Slumdog Millionaire" filmlerinin ünlü yönetmeni Danny Boyle hatırına izlense de en iyi film, erkek oyuncu, uyarlama senaryo, müzik (müzikler güzel o ayrı) ve kurgu dalında aday olacak kadar başarılı olmadığını düşündüğüm 94 dakikalık bir film. Tek mekan filmlerine dahil olma potansiyeli bulundursa da "Buried" gibi gerilimi daha yüksek tek mekan kullanılan bir film varken neden 127 Hours'un bu kadar abartıldığını çözmüş değilim. Genç bir dağcı olan Aron (James Franco), Utah yakınlarındaki kanyonlarda mutlu mesut son ses müzikle dolanırken büyük bir kaya parçasının arasına sıkışır ve o andan itibaren 127 saat boyunca yaşam mücadelesi verir. Yalnızlığın, açlığın, susuzluğun ve ölümün korkusuyla sık sık geçmişe dönen Aron, bu gerilimi ve dramı izleyiciye güzel bir şekilde aktarsa da filmi favori aday yapamıyor gibi görünüyor. 

WINTER'S BONE

Aksiyondan fazlasıyla uzak, sade fakat dram açısından oldukça yoğun ve etkileyici bir senaryoya sahip filmde Ree iki küçük kardeşine ve hasta annesine bakmak zorunda kalan 17 yaşında gencecik ama belki çoğumuzdan daha dirençli ve hayata tutunan bir karakterdir. Terk eden babasını bularak aileyi düzeltmeye çalışırken hayatın acımasızlığıyla sıklıkla yüz yüze gelen Ree'yi canlandıran Jennifer Lawrence senaryo ile oyunculuğunu konuştursa da filmin sadeliği sanki adaylık için yetersiz gibi durmaktadır. Bununla birlikte, rüyalar diyarı Amerika'da beyazların da zor durumda kaldığını, acı çektiğini ve hayatın kabus da olabileceğini senaryo göz çarpıcı şekilde anlatarak artı puanları topluyor. 100 dakika bu yalın anlatım çekilir mi derseniz, orası size kalmış...

20 Şubat 2011 Pazar

Buried (2010)

Yorum yazacağım ilk filmi klasiklerden seçmeyi planlamıştım hep ama Buried filmini çok yakın zamanda izlediğim için aklımda yazacak şeyler birikmiş durumda.

Yönetmenliğini Rodrigo Cortes'in yaptığı, baş rolünde (yılanı saymazsak zaten başka oyuncu yok) "Just Friends", "Definitely, Maybe", "The Proposal" gibi daha çok romantik-komedi filmlerinden izlediğim Ryan Reynolds oynayan 95 dakikalık tek mekan filmlerine güzel bir örnek olacak Buried, izlenmesi gereken 2010 yapımlarından biri olarak görünüyor.

Filmin ilk bir iki dakikası - ki izleyen bir çok kişinin de benzer şeyler yaşadığını düşündüğüm - ekrandaki karanlık yüzünden DVD'nin bozuk olduğunu düşünerek konsantrem bozulmaya meyillenmişti. Fakat devamında gelen hışırtılar bir anda dikkat çekmeyi başardı. Devamında ise tüm film boyunca tabutu yakmasından korktuğum çakmak , ana karakter Paul ile bütünleşmek için ekrandaki yerini aldı. Konuyu özetleyecek olursam - ki zaten konu aslında mekanın tekliği kadar sade - Irak'ta görev yapan Amerikalı Paul, kendini uyandığında bir tabutun içinde gömülü bulur. Oraya nasıl, ne zaman ve kim tarafından getirildiğini hatırlamayan Paul yaşamla ölüm arasında mücadele etmektedir.

Konu özeti ve tek mekana bakılacak olursa ister istemez 95 dk'nın nasıl geçeceğini düşünüyor insan. Çünkü çakmak ya da el feneri olsa bile Paul karakterinin yüzü dahi aslında net olarak çok az  görülüyor. Bununla birlikte, dakikalar geçtikçe film izleyici kendisine çekiyor. Paul'un yaşadığı çaresizlik, aldığı nefes, telefon şarjının bitme korkusu ve tabi ki klostrofobinin tavan yapmasını birebir ruhunuzda hissediyorsunuz.

Filmin ortalarına doğru "Acaba Paul'un gözüyle tabuta bakıp hayatta kalmayı deneyen bizmişiz gibi hissetsek nasıl olur?" diye düşündüm; fakat Paul'u Big Brother misali izlemenin çok daha sinir bozucu ve mesajlarla dolu senaryosuna tam uyduğunu farkettim.

Paul'un ölüm korkusuyla vedalaşmak için aradığı annesiyle yaptığı görüşme insanın içini öyle bir burkuyor ki hemen aklıma "How I Met Your Mother"'ın 6. sezonunda Marshall'ın babasının ölümü üzerine insanların yaptıkları son görüşmenin önemini getirdi. Öleceğinizi düşündüğünüz anda en sevdiklerinizle yaptığınız son konuşmanın ne olduğunu hatırlamak ve belki de kötü geçen bir konuşmanın / tartışmanın telafisini yapma olasılığınızın olmadığını düşünmek nasıl bir duygudur? Ek olarak, ölüm korkusu çektiğiniz anlarda en son kimlerle konuşmak isterseniz? İzlerken bu gibi sorular o kadar çok beyninizi kemiriyor ki o karanlık korkusu yanında hiç kalıyor.
Bir çok telefon görüşmesi yapan Paul, çaresizlikle pençeleşirken telefonun diğer hattındaki kişileri tek tek öldürme hissi dişlerimi gıcırdatmakla ve ellerimi yumruk yapmakla biraz hafifleyebildi. Senaryoda o kadar çok gönderme var ki hepsinin üstünde tek tek durmak lazım ama filmi seyretmenizi umarak bunları yazmamayı tercih ediyorum.

Paul'un cep telefonu sayesinde izlediği bir video sonunda bünyesinin verdiği bir tepki o kadar etkileyiciydi ki sanki o anı ben de yaşamış gibi hissettim. İzleyenlerin bir kısmı aslında filmi ve senaryoyu çok basit belki de klişe bulabilir. Oyuncu seçimini başarılı bulmasam da (Ryan Reynolds'u "Blade: Trinity" ve X-Men Origins: Wolverine" gibi filmlerde izlemediğim için romantik komedi filmlerinin aktörü gibi geliyor); Oscar'da bir çok dalda aday olan tek mekan sayılabilecek "127 Hours" filminden kat ve kat güzel olduğunu ve "127 Hours" yerine bu filmin aday olması gerektiğini düşünüyorum.

başlarken..

Ninja Kaplumbağalar sinemada izlediğim ilk filmdi. O perdenin arkasındaki sihir bu yaşıma kadar hala kalkmış değil. Işıklar kapanıp da koca ekran aydınlandı mı hayat 2 saatlik de olsa geride kalıyor, hatta tamamen siliniyor. İlkokuldan itibaren küçük abimin beni hemen hemen her hafta sinemaya götürmesi bu tutkumun başlamasında etkin bir role sahiptir.

Yıllar geçtikçe sinemaya olan tutkum evde DVD izleme formatına da dönüştü. Buna da Sabancı Üniversitesinin müthiş DVD arşivi katkıda bulunmuştur. Okula başladıktan sonra çok büyük bir hızla arşivi yutmaya başladım. Hatta üniversite yıllarında bu hobiyi bir arşive döndürmeye karar vererek orijinal DVD koleksiyonuna başladım. Şu anda tam sayısını bilmesem de annemin "çeyiz" olarak tabir ettiği 550-600 adet DVD ağırlıklı film arşivim bulunmaktadır.

İlk başta yazmam gerekeni en sona bırakarak gelelim asıl konuya yani neden "seyirci-koltuğu" blogunu yazmaya başlamama. Çevremdeki çoğu kişi izlediğim film sayısını, oyuncu-senaryo-yönetmen hakkındaki yorumlarımı, DVD arşivimi ve sinemayı bu kadar yakından takip etmeye çalıştığımı gördükçe eleştirmen olmam için yarı şaka yarı ciddi mübalağa ederek beni teşvik etti. Tabi ki sinema severliğim eleştirmen olabilecek kadar profesyonelce değil fakat yaşantımda önemli bir zaman ayırdığım bu sevgimi bu blog vesilesiyle resmileştirmek istedim. İzlediğim filmler hakkında kendi çapımda yorumlar yapmak ve ufak bilgiler vermek şimdiki düşüncelerimin başında geliyor. İleride daha neler eklerim emin değilim.

İyi okumalar :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...