20 Şubat 2011 Pazar

Buried (2010)

Yorum yazacağım ilk filmi klasiklerden seçmeyi planlamıştım hep ama Buried filmini çok yakın zamanda izlediğim için aklımda yazacak şeyler birikmiş durumda.

Yönetmenliğini Rodrigo Cortes'in yaptığı, baş rolünde (yılanı saymazsak zaten başka oyuncu yok) "Just Friends", "Definitely, Maybe", "The Proposal" gibi daha çok romantik-komedi filmlerinden izlediğim Ryan Reynolds oynayan 95 dakikalık tek mekan filmlerine güzel bir örnek olacak Buried, izlenmesi gereken 2010 yapımlarından biri olarak görünüyor.

Filmin ilk bir iki dakikası - ki izleyen bir çok kişinin de benzer şeyler yaşadığını düşündüğüm - ekrandaki karanlık yüzünden DVD'nin bozuk olduğunu düşünerek konsantrem bozulmaya meyillenmişti. Fakat devamında gelen hışırtılar bir anda dikkat çekmeyi başardı. Devamında ise tüm film boyunca tabutu yakmasından korktuğum çakmak , ana karakter Paul ile bütünleşmek için ekrandaki yerini aldı. Konuyu özetleyecek olursam - ki zaten konu aslında mekanın tekliği kadar sade - Irak'ta görev yapan Amerikalı Paul, kendini uyandığında bir tabutun içinde gömülü bulur. Oraya nasıl, ne zaman ve kim tarafından getirildiğini hatırlamayan Paul yaşamla ölüm arasında mücadele etmektedir.

Konu özeti ve tek mekana bakılacak olursa ister istemez 95 dk'nın nasıl geçeceğini düşünüyor insan. Çünkü çakmak ya da el feneri olsa bile Paul karakterinin yüzü dahi aslında net olarak çok az  görülüyor. Bununla birlikte, dakikalar geçtikçe film izleyici kendisine çekiyor. Paul'un yaşadığı çaresizlik, aldığı nefes, telefon şarjının bitme korkusu ve tabi ki klostrofobinin tavan yapmasını birebir ruhunuzda hissediyorsunuz.

Filmin ortalarına doğru "Acaba Paul'un gözüyle tabuta bakıp hayatta kalmayı deneyen bizmişiz gibi hissetsek nasıl olur?" diye düşündüm; fakat Paul'u Big Brother misali izlemenin çok daha sinir bozucu ve mesajlarla dolu senaryosuna tam uyduğunu farkettim.

Paul'un ölüm korkusuyla vedalaşmak için aradığı annesiyle yaptığı görüşme insanın içini öyle bir burkuyor ki hemen aklıma "How I Met Your Mother"'ın 6. sezonunda Marshall'ın babasının ölümü üzerine insanların yaptıkları son görüşmenin önemini getirdi. Öleceğinizi düşündüğünüz anda en sevdiklerinizle yaptığınız son konuşmanın ne olduğunu hatırlamak ve belki de kötü geçen bir konuşmanın / tartışmanın telafisini yapma olasılığınızın olmadığını düşünmek nasıl bir duygudur? Ek olarak, ölüm korkusu çektiğiniz anlarda en son kimlerle konuşmak isterseniz? İzlerken bu gibi sorular o kadar çok beyninizi kemiriyor ki o karanlık korkusu yanında hiç kalıyor.
Bir çok telefon görüşmesi yapan Paul, çaresizlikle pençeleşirken telefonun diğer hattındaki kişileri tek tek öldürme hissi dişlerimi gıcırdatmakla ve ellerimi yumruk yapmakla biraz hafifleyebildi. Senaryoda o kadar çok gönderme var ki hepsinin üstünde tek tek durmak lazım ama filmi seyretmenizi umarak bunları yazmamayı tercih ediyorum.

Paul'un cep telefonu sayesinde izlediği bir video sonunda bünyesinin verdiği bir tepki o kadar etkileyiciydi ki sanki o anı ben de yaşamış gibi hissettim. İzleyenlerin bir kısmı aslında filmi ve senaryoyu çok basit belki de klişe bulabilir. Oyuncu seçimini başarılı bulmasam da (Ryan Reynolds'u "Blade: Trinity" ve X-Men Origins: Wolverine" gibi filmlerde izlemediğim için romantik komedi filmlerinin aktörü gibi geliyor); Oscar'da bir çok dalda aday olan tek mekan sayılabilecek "127 Hours" filminden kat ve kat güzel olduğunu ve "127 Hours" yerine bu filmin aday olması gerektiğini düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...