27 Nisan 2011 Çarşamba

Due Date (2010)

Kaderinde “The Hangover” ile kıyaslanmaktan başka çaresi olmayan Due Date, çok eğlenceli bir yol hikayesini konu almaktadır. "Road Trip"in yönetmen ve senaristi, "Borat"ın senaristi, "The Hangover"ın yönetmeni Todd Phillips Due Date’in yönetmen koltuğunda otururken, Alan R. Cohen ve Alan Freedland de senaryoyu ele almışlardır. 100 dakikalık ABD yapımı filmin başrollerinde Robert Downey Jr. ve Zach Galifianakis oynamaktadır.

Atlanta’ya bir iş seyahatine çıkan Peter (Downey Jr.), birkaç gün içinde doğum yapacak karısının yanına yetişmek için uçağını yakalamaya çalışmaktadır. Havaalanına ayak basar basmaz tüm planları suya düşer çünkü Ethan Tremblay (Galifianakis) ile istemeden tanışır. Olaylar silsilesine kendini kaptıran Peter bir anda kendini Ethan’ın arabasında bulur. İlk kez baba olmanın verdiği telaşla ülkenin bir başından diğer başına arabayla gitmek zorunda kalır; üstelik Ethan’la! Bu yolculuk tahmin edilemeyecek bir sürü macerayı da peşinden sürükler.

1965 doğumlu Robert Downey Jr., çocukluğundan beri sinema ve televizyon dünyasının içinde olan oyuncu, yapımcı ve şarkıcıdır. "US Marshals", "Gothika", "Zodiac", "Iron Man 1-2", "Sherlock Holmes" gibi bir çok filmde rol ayan oyuncu, 1992’de "Chaplin" filmiyle en iyi erkek oyuncu Bafta ödülünü aldı ve Oscar adayı oldu. Televizyonda ise unutulmaz dizi "Ally McBeal" ile Golden Globe ödülünü aldı ve Emmy’e aday oldu. Uyuşturucu yüzünden kariyerinde birçok defa sekteye uğramıştır ve bu yüzden dizi ve film çekimleri sırasında ciddi sıkıntılar yaşamıştır. Due Date’teki Peter karakterini ise çok güzel yansıtmış. Yüz hatları sinirli ve ciddi bir adamı oynaması için çok uygun görünüyor. Hatta Galifianakis ile çok sevimli zıt bir çift olmuşlar :)

Zach Galifianakis 1969 ABD doğumlu (soyadından tahmin edileceği gibi büyük babası-annesi Yunan göçmeni) aktör, komedyen, yazar ve müzisyendir. Birçok projede yer alan Galifianakis'in sinemada patlaması "The Hangover"la gerçekleşmiştir. Due Date'te de gayet başarılı bir performans sergilemiş. Karakteri kızıp dövesiniz geliyor ama vicdanınız buna el vermiyor çünkü bir o kadar da naif bir kişiliğe sahip. Şaka mı gerçek mi derken gülmekten kırıp geçiriyor. Ethan oldukça düz mantığa sahip, özünde iyi ama bunu yaşama aktarmada çok da başarılı olamayan birisi.

Aslında senaryo oldukça basit ama o fevkalade müziklerle, izlemeye değer oyunculuklarla ve tadından yenmez komik konuşmalarla harika vakit geçirtiyor. Favori birçok sahne sayabilirim ama beni en çok Büyük Kanyon sahnesi etkiledi. Eğer öncesinde "The Hangover"ı izlediyseniz lütfen onu bir kenara bırakın ve kıyaslamayın çünkü filmin keyfi ancak öyle çıkar. Yönetmen, oyuncu, komedi türü aynı olabilir fakat tek başına ele alındığında başarılı bir proje olduğunu anlayacaksınız. E tabi "The Hangover 2"dan önce böyle bir filmi piyasaya sürmekle iyi mi yapmışlar kötü mü yapmışlar ilerleyen zamanlarda göreceğiz. Gene de komedi severlerin bundan memnun kalacağı kesin. Ayrıca filmde konuk oyuncu tadında Jamie Foxx’u görmek ayrı bir güzellik katıyor.


26 Nisan 2011 Salı

No Strings Attached (2011)

Afişi ve oyuncularıyla dikkat çeken No String Attached, Elizabeth Meriwether tarafından kaleme alınıp “Ghostbusters 1-2” ve “Father’s Day” in yönetmeni Ivan Reitman tarafından yönetilmiştir. Romantik komedi türünün alışılagelmiş bir örneği olarak seyircinin karşısına çıksa da favori gösterilecek kadar başarılı görünmüyor. Natalie Portman ve Ashton Kutcher’ın isimleri izlemek için en büyük sebep çünkü filmin tek silahı bu çift!

Emma (Portman), 14 yaşlarındayken bir yaz kampında Adam   (Kutcher) ile tanışır ve bu garip çocuğu elinin tersiyle reddeder. Tam ergen çağındaki bu iki çocuk yıllar geçtikten sonra tesadüfen tekrar karşılaşırlar. Fakat bu sefer Emma Adam’ı bırakın reddetmeyi, gözünü açtığında yatakta yanında bulur. Üstelik Emma da Adam da bu durumdan çok memnun kalır. İlişkiye girmekte son derece başarısız olan Emma, babası tarafından aldatılan (!) Adam ile duygusal bir ilişkiye girmeden ve bağ kurmadan cinsel beraberliklerini devam ettirirler. Bazı kurallarla bunu gayet de başarılı şekilde devam ettirirler. Taa ki… (Romantik komedi severler senaryonun devamını rahatça tahmin edebilir.)

Black Swan”den sonra Portman’ı böyle bir senaryoda görmek çok mutlu etmiyor. Bu projede yer almayı nasıl kabul ettiğini çözmek çok zor. Belki bir iki sene önce çekilseydi böyle bir etki yaratmazdı. Lakin “Black Swan”den sonra daha başarılı projelerde yer alması bekleniyor. İki filmin çekim arasının çok uzun olmaması ve Oscar alacağı da kesinleşmemesi bahane olabilir ama oyuncuların da bunu az çok tahmin etmesi gerekmez mi?

1978 doğumlu oyuncu, stand-up’çı ve yapımcı Ashton Kutcher, “Butterfly Effect” dışında neredeyse tüm filmlerde benzer rolleri oynayarak seyirciyi şaşırtmamaktan öte hafifçe bezdiriyor. Komedide başarılı olduğundan şüphe yok. Hatta “A Lot Like Love” ve “Just Married” gibi senaryosu diğerlerine oranla dişe dokunur filmlerde çok daha başarılı bir performans sürdürdüğü aşikar. Lakin çok klasik bir senaryo, açıkta kalan bir sürü olay ve gereğinden fazla yan karakter (hatta bunu yardımcı oyuncular silsilesi olarak da adlandırabiliriz) var. Boş yere ufak tefek konular işlenmiş ama bağlanamamış. 110 dakika bu senaryo için uzun bile sayılabilir. “Sadece komedi, amaç gülmek” demeyin çünkü romantik komedi türünde bu filmi katlayacak harika filmler listeleyebilirim :)

(Ayrıca, bu yapımın "Love & Other Drugs" filmiyle benzeşen bir çok yönü var: Beraberliğe bakış açısı, kadın-erkek ilişkileri, çıkarlı ilişkiler, ilişkinin boyutu vs. Portman-Kutcher mı yoksa Anne Hathaway-Jake Gyllenhaal çiftini mi tercih edersiniz o size kalmış.)

21 Nisan 2011 Perşembe

Rabbit Hole (2010)

Vizyona yarın girecek olan, Oscar adaylığından dolayı geçen sene izlediğim Rabbit Hole, buram buram dram kokan konusu ile seyircinin canını yakıyor. Oyuncu, yapımcı ve yönetmen olan John Cameron Mitchell’in yönettiği; David Lindsay-Abaire’in senaryolaştırdığı 91 dakikalık ABD yapımı filmin başrollerinde Nicole Kidman, Aaron Eckhart ve Dianne Wiest yer almaktadır.

Mutluluğun Peşinde olarak Türkçeleştirilerek, yabancı filmlerin isimlerini katlederken beni tekrar dumura uğratmış şahıslara teşekkürü bir borç bilirim. Becca (Kidman) ve Howie Corbett (Eckhart) küçük oğullarıyla mutlu aile hayatına sahip olan bir çifttir. Ama bu mutluluk oğullarının bir araba kazası sonucunda hayatını kaybetmesi ile yerle bir olur. Uzun süre kendini toparlayamayan çift, acılarını unutmak adına mutluluğun peşinden tekrar koşmaya çalışır.

Nicole Kidman’ın ilk kez yapımcılığa soyunduğu film, Pulitzer ödüllü aynı isimli oyundan uyarlanmıştır. Oyuncu kadrosu göz doldurucu seçilmiş. Kidman ve Eckhart uyumlu bir çift olarak ekrana yansıyor. Bazı filmlerde birbirine yakışmayan çiftlere inat güzel bir ikili oluşturmuşlar. Becca’nın annesi rolündeki Dianne Wiest ise yardımcı kadın oyunculuğunu çok etkin olarak kullanmış. Melankoli havası estiren bu dram, görsellikle de çok güzel yansıtılmış. Kostümler, renkler, müzik ve filmin genel aurası çok bütünleşmiş. Afiş ise o kadar başarılı ki, Becca karakterini başka bir afiş daha iyi anlatamazdı.  Bu güzellikler yanında, film yavaş ilerliyor. Durağanlık dram ile birleşince seyirciyi daha da huzursuz ve mutsuz ediyor. Ayrıca aşikar bir konu seçildiği için sürprizle karşılaşmıyorsunuz. Eğer dram sevmiyorsanız film işkenceye dönebilir sizin için çünkü iç huzurunuzu biraz bozuyor.

1967 Hawaii doğumlu Nicole Kidman, “The Hours” filmi ile 2003’te en iyi kadın oyuncu Akademi ödülünü ve Bafta ödülünü kazandı. Baleyle başlayıp tiyatro ile devam eden Kidman, sahne sanatlarını sinemaya taşıyarak başarılı bir kariyer sergiliyor. Bu sene en iyi kadın oyuncu Akademi adayı da olan Kidman, çok başarılı bir performans gösterse de bu ödülü kapmak için yeterli değildi. Bunun sebebi de belki Becca karakterinin zorluğuydu. Becca iç dünyasıyla savaş veren bir anne ve az konuşarak çok şey anlatmaya çalışıyor. Bu noktada da mimiklerin, bakışların çok öne çıkması lazım. Belki de Kidman’ın fiziksel özelliğinin (e ama çok güzel kadın) getirdiği dezavantaj bu karaktere yansıdı. Ah bir de botoks yaptırıp durmasa o mimikler daha güzel yansıyacak ekrana. Botoks güzeli olayım derken Meg Ryan’ın son haline dönecek diye korkuyorum. Oscar’ı kazanamamasının başka bir sebebi de diğer adayların çok daha başarılı olmalarıydı. Ödülü kapan Natalie Portman için daha fazla bir şey söylenemez fakat onun dışındaki Annette Bening (The Kids Are All Right) ve Jennifer Lawrance (Winter’s Bone) varken Kidman’ın bu ödülü alması zaten mucize olurdu.

1968 California doğumlu Aaron Eckhart ise karakteri çok gerçekçi şekilde yansıtmış. Rabbit Hole’den sonraki “Battle: Los Angeles” filmiyle hayal kırıklığı uğratsa da “The Missing” ve “The Dark Knight” filmleriyle sinemaseverlerin gönlünü kazanmıştı. Keskin yüz hatlarına sahip olduğu için midir bilmiyorum ama ekrana çok ciddi bir ifadeyle yansıyor! Komedi filmlerinde sırıtacak bir yüze sahip kendisi. Bu yüzden de dram, macera ve aksiyon filmlerine devam etmesi bizler için daha iyi olacaktır.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Rango (2011)

Animasyon filmlerinin sevimli karakterler, çocuklara hitap etme, capcanlı renklerle masal dünyasını yaşatma, çok komik olma gibi bazı kurallarını alt üst ederek 107 dakika boyunca büyüklere hoş vakit geçirten ve mutlaka görülmesi gereken Rango, son zamanlarda izlediğim en başarılı animasyonlardan birisiydi.

Pirates of the Caribbean” serisinin, “The Mexican” ve “The Ring”in tanınmış yönetmeni Gore Verbinski bir kez daha Johhny Depp ile aynı projede yer alarak başarısına başarı katıyor. “Any Given Sunday”, “Gladiator”, “Star Trek: Nemesis”, “The Last Samurai”, The Aviator” ve “Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street” gibi efsane filmlerin ünlü senaristi John Logan, James Ward Byrkit ve Gore Verbinski ile birlikte senaryoyu üstlenmiş.

19 Nisan 2011 Salı

London Boulevard (2010)

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: Eğer "In Bruges" filmini beğendiyseniz London Boulevard sizin için biçilmiş kaftandır! Kesinlikle memnun kalacaksınız. Tabi benim gibi "In Bruges" filmini hiç beğenmeyip bu filmi beğenme ihtimaliniz var.

Yönetmen ve senarist koltuğunda "Edge of Darkness", "Body of Lies", "The Departed" ve "Kingdom of Heaven" gibi bilinen filmlerin senaristliğini üstelenen Oscarlı William Monahan oturmaktadır. İrlandalı yazar Ken Bruen'in 2001 yılında yayımlanan kitabından uyarlanan film kara mizahın dibine vurarak kendi türünde izleneceklerin arasına giriyor. ABD - İngiltere yapımı 103 dakikalık yapımın başrollerinde Keira Knightley, Colin Farrell ve David Thewlis oynamaktadır.

Mithcell (Farrell) hapisten yeni çıkmış ve kendince dersini alıp iç çatışmasını yaşamış, bir daha o günlere dönmek istemeyen, hayatını bir düzene sokup sıradan insanlar gibi yaşamak için hayaller kuran eski bir suçludur. Mafya dünyasında az çok adı bilinen acımasız bir insan olduğu için gene aynı ortamlardan kabul etmek istemediği teklifler gelir. Fakat o hepsini elinin tersiyle iter. Onun yerine, ünlü bir oyuncu olan Charlotte'ın (Knightley) çanta taşıyıcılığını yapmayı kabul eder. Tam bu noktada da "İşte hayatımın kadını" diyerek aşık olur. Tabi bu arada geçmişi ve şimdiki zamanı arasında sıkışır kalır.

Filmin müziği kesinlikle konun önüne geçiyor. O kadar eğlenceli şarkılar var ki bazen ne izlediğinizi unutup sadece müziğe yoğunlaşıyorsunuz. Türk filmlerindeki küfürlere hep eleştiriyle yaklaşan yazarlar/insanlar bir de bu filmi izlesinler bakalım; bolca sunulan İngiliz küfürlerine nasıl yaklaşacaklar? Genelde aynı küfürler üzerinde durdukları için sanki karakterleri birleştirici bir özelliğe soyunmuşlar ve itici gelmekten öte eğlenceli bir hava katıyorlar. 

Kadro seçimi ise en az müzik kadar başarılı olmuş. Knightley'in oynadığı filmleri yakından takip edip yorumlayan biri olarak bu filmde de onu tekrar övmeye gerek yok sanırım. Lakin, şunu söylemeden geçemeyeceğim; bir insan bu kadar mı güzel aksanlı konuşur? Sırf o İngiliz aksanını duymak için onun sahnelerinin gelmesini bekliyorsunuz. Jordan karakterini canlandıran David Thewlis ise Colin Farrell'den çok daha göz doyurucu oynuyordu. Özellikle karakterin takıları ve kıyafetleri muhteşemdi!


İrlandalı oyuncu Colin Farrell, 1976 doğumlu olmasına rağmen, bu genç yaşına kadar birçok filmde rol almıştır. 2008 yılında "In Bruges" filmi ile en iyi erkek oyuncu - müzikal veya komedi dalında Altın Küre ödülünü aldı. Bu filmde ise, vicdan azabı çeken, kararsız, sorgulayıcı ve aslında sevimli Mitchell karakterini seyirciye tatmin edici bir şekilde yansıtıyor. Tabi ki en az Knightley kadar o da aksanıyla filmin rengini belirliyor.

Film, konu olarak çok iç açıcı değil. Hatta konular birbirine de bağlı değil. Birçok karakter bulunmakta fakat çoğunun hayatı incelenemeden diğer konulara geçilmektedir. E tabi ister istemez "O zaman niye filmin içinde bu kadar karaktere gerek var?" diyor insan. Mitchell ve Charlotte aşkı ise filmi keyifli kılmaktan çok o eğlenceli kara mizah anlayışına çelme takıyor.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Just Go With It (2011)

Yönetmenliğini Adam Sandler ile "Big Daddy", "I Now Pronounce You Chuck and Larry", "You Don't Mess With Zohan" ve "Grown Ups" gibi filmlerde birlikte çalıştığı Dennis Dugan'ın üstlendiği Just Go With It'in senaryosu ise Allan Loeb ("Wall Street: Money Never Sleeps") ve Timothy Dowling'e aittir. Başrollerinde Adam Sandler, Jennifer Aniston ve Nicole Kidman oynamaktadır.

Danny (Adam Sandler) başından geçen talihsiz bir evlilik arifesi sonrasında bekar ve çapkın olarak yaşamını sürdüren bir plastik cerrahtır. Boşanmak üzere olduğu yalanıyla bir sürü kadını tavlamaktadır. Fakat son birlikte olduğu genç ve güzel öğretmen sevgilisi Palmer'a aşık olmuştur. Palmer, Danny'e inanması için boşanmak üzere olduğu karısı ile tanışmak ister. Danny de bu gerçeği gizlemek için asistanı Katherine'i (Jennifer Aniston) Hawaii'de geçirecekleri bir hafta sonu tatilinde müstakbel eski eşi rolünü oynaması için ikna eder.

Adam Sandler'ın tipik romantik komedilerine yeni bir örnek olan film, boş vakit geçirmek için izlenebilecek ama çok fazla komedi sahnesi içermeyen 116 dakikalık bir yapım olmuş. 1969 doğumlu Jennifer Aniston, Adam Sandler'dan 3 yaş küçük olmasına rağmen ondan daha yaşlı görünüyor ve ideal bir çift olarak ekrana maalesef yansımıyor. Performansını genelde çok başarılı bulamadığım (ya da hep benzer rollerde yer aldığından) için de böyle bir etki yaratmış olabilir. Tabi ortada uzun soluklu "Friends" dizisinin getirdiği bir Emmy Ödülü (2002, En iyi kadın oyuncu - komedi) ve Altın Küre Ödülü (2003, En iyi kadın oyuncu - müzikal ya da komedi) var. Bu iki ödül de aslında Anniston'ı diğer oyuncuların arasından çekip yükselmesine sebep oluyor.

Otuzdan fazla romantik-komedi filmiyle "yakışıklı değil ama sempatik" tipinin örneklerinden olan Adam Sandler, bu filminde de fazla şaşırtmayan bir rol oynamaktadır. "The Wedding Singer", "Anger Management", "Spanglish", "50 First Dates" ve "Click" gibi filmlerin yanında vasat bir konuya sahip Just Go With It, artık Sandler'ın farklı projelerde yer almayacağına seyirciyi adeta ikna ediyor. Oyunculuğunun keyifle izlendiği ve bunu da bir sürü ödül adaylığı ve ödülle taçlandıran Sandler, 1999 yılında ("Big Daddy") sinema dalında en kötü aktör Razzie ödülünü de alarak herkesi şaşırtmıştır.

En göz alıcı ve eğlenceli karakter ise kesinlikle yardımcı kadın rolündeki Nicole Kidman'ın oynadığı Devlin Adams'tır! Beklenmedik şekilde filme dahil olması ve ansızın ortaya çıkması filme ayrı bir enerji katıyor.

16 Nisan 2011 Cumartesi

The Omen (1976)


Korku/gerilim filmlerini her zaman favorim olarak seçtiğim için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki  The Omen kaçırılmaması gerekenlerin başında geliyor. Ama tabi ki 1976 yılında çekilen ilk filmden bahsediyorum. Zira bu filmin büyüsünü bozmamak  için 2006 yapımını listeme almayı hiç düşünmüyorum. "Superman 1-2", "Lethal Weapon 1-2-3-4", "Maverick", "Conspiracy Theory" ve "16 Blocks"un ünlü yönetmeni Richard Donner, 4. filmi The Omen ile birlikte üne kavuşmuş; ardından "Yürü ya kulum!" diyerek 80 yıla birçok film ve ödül sığdırmıştır. Senaristliğini ise yönetmeni kadar aktif bir sanat hayatı sürdürmeyen David Seltzer üstlenmiştir.

Amerikan elçisi olan Robert Thorn'un (Gregory Perk) eşi Kathy Thorn (Lee Remick) talihsiz bir doğum yapar ve çocuğunu kaybeder. Elçi bu durumu karısına açıklayamayacağını düşünerek aynı hastanede bulunan başka bir bebeği kendi çocuğu gibi sahiplenir. Hayatları pamuk helva dozunda ilerlerken güzel çocuk Damien (Harvey Stephens) büyüdükçe Thorn ailesinin çevresinde garip olaylar gelişmeye başlar. İntiharlar, ölümler, kazalar elçinin ailesine hayatı zehir eder. Elçi de bu durumu araştırmaya başlar ve oğlunun şeytanla olan ilgisini çözmeye kendini adar.

İngiltere'de 06.06.1976 tarihinde vizyona giren 111 dakikalık yapım, kült filmlerin arasında kolayca yer alırken sayısız ödülleri de arşivine eklemiştir. Jerry Goldsmith imzalı soundtrack albümü bu ödüllerin bir kısmında büyük rol almıştır (Ave Satani tanıdık geldi mi?). Hasılatıyla gözleri parlatan yapım, 666 sayısının sinemada, müzikte ve edebiyatta birçok akımı da gündeme getirilmesine sebep olmuştur (lakin konumuzu aşacağı için bu detaya girmiyorum). 

Baba rolündeki Gregory Peck zamanının çok ünlü Amerikalı oyuncusu idi. Diğer filmlerini çok izlemediğim için yorum yapamayacağım fakat The Omen en iyi performans sergilediği filmlerden biri olarak gösteriliyor. 2003 yılında hayata gözlerini yuman Peck'e filmde güzeller güzeli Lee Remick eşlik ediyor. Otuza yakın sinema filmi ve birçok TV yapımını arkada bırakarak 1991 yılında kanserden ölmüştür. Gelelim filmin en can alıcı oyuncusuna! Yolda görseniz yanaklarını sıkmadan bırakamayacağınız kadar sevimli bir yüze sahip Harvey Stephens (çocuk muamelesi yaptığım adam 1970 doğumlu ya neyse) bu filmden sonra bir daha ortalıkta pek görünmemiş. Aslında filmde daha fazla yer alması gerekse de, var olduğu sahnelerde cidden dudak uçuklatıcı bir  görüntüye sahip; ya da yönetmen o kadar güzel yönlendirmiş ki bacak kadar boyuyla seyirciyi ekrana hem kilitliyor hem de gözlerini kaçırmaya zorluyor.

Filmde dikkat edildiğinde bir çok hata bulunabilir. Lakin, çekildiği yıla bakıldığında seyirci üzerindeki etkisi o eksiklikleri göz ardı ettiriyor. Ürkütücü sahneleri o kadar kısa ve hızlı gelişiyor ki doya doya korkmanıza fırsat vermiyor. Biri biterken diğeri başlıyor. Müzik ve efektler de rahatsız edici şekilde bu durumu kuvvetlendiriyor. Favori sahnelerinden biri kesinlikle çocuk bakıcısının başına gelen olaydır. İkincisi ise babanın oğlu üzerinde bir bulgu araması sırasında sonuca ulaştığı sahnedir. İyi korkmalar!

15 Nisan 2011 Cuma

John Q (2002)

Blogun kapalı olduğu dönemde tekrar izleme fırsatı bulduğum John Q, Denzel Washington'ın favori 3 siyahi oyuncularımdan 2. olmasını (1. Morgan Freeman, 3. Juba Gooding Jr.) sağlamış bir filmdir. Yönetmen koltuğunda "The Notebook" ve "Alpha Dog"tan da tanınan oyuncu, senarist ve yönetmen Nick Cassavetes oturuyor. Senaryo ise sinemadan çok dizi yazarlığı yapan James Kearns'ın kaleminden çıkmıştır. Oyuncularla birlikte harika bir iş çıkaran yönetmen ve senarist, 116 dakikanın her anında seyircinin sağlık sistemine beddua etmesini sağlamış.

13 Nisan 2011 Çarşamba

Prensesin Uykusu (2010)

Fragmandan dolayı izlemeyi düşünmediğim Prensesin Uykusu'nu köşedeki DVDcide görünce Çağan Irmak hatırına aldım. Karşıma tahminimden daha eğlenceli, güzel diyaloglar içeren, dizilerden (ama asıl tiyatro sahnelerinden) aşina olduğumuz harika sanatçılarla yarı masal yarı gerçek fakat keyifli 110 dakika sunan bir film çıktı.

Senaryo ve yönetmenlik "Bana Şans Dile"den itibaren "Mustafa Hakkında Herşey", "Babam ve Oğlum", "Ulak", "Issız Adam", Karanlıktakiler" ve "Kabuslar Evi Serisi" yapımlarının hepsini genellikle beğenerek izlediğim ("Issız Adam" hariç) İzmirli Çağan Irmak'a ait. 

Kemal Sunal'ın 1989 tarihli "Gülen Adam" filmindeki Yusuf karakterini bana anımsatan Aziz, bir kütüphanede memur olarak çalışmaktadır. Bir gün apartmana kuaför olan Seçil ve 10 yaşındaki kızı Gizem taşınır. Oldukça sakin, kendi çapında huzurlu ve mutlu bir yaşama sahip olan Aziz, bu yeni komşusu ve onun küçük kızının talihsizce daldığı uzun bir uykuyla beklenmedik bir şekilde olayların akışına kendini kaptırır. Artık Aziz, onun çevresi ve Seçil yepyeni bir mücadele için savaşırlar.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Conviction (2010)


Yaşanmış bir hikayeden yola çıkarak ekrana sunulan Conviction, 107 dakika boyunca konusuyla "Böyle bir şey gerçekten olabilir mi? Bu nasıl bir bağdır?" dedirtiyor. Yönetmenliğini "Ghost", "The Pelican Brief" ve "The Last Samurai"de rol alan ve "Someone Like You" ile "The Last Kiss" filmlerini yöneten Tony Goldwin üstlenmiş. Senaryo ise Pamela Gray'e ait.

Kenneth Waters 1983 yılında cinayetten tutuklanır. Aralarında çok sıkı bir bağ bulunan evli ve iki çocuk annesi olan kardeşi Betty Anne ise tutuklanma kararını kabullenemez çünkü kardeşinin masum olduğuna tamamen inanır. Öyle ki ona bu suçu hiç işleyip işlemediğini dahi sormaz. Bu masumiyeti ispatlamak adına hukuk fakültesine başlar ve tüm hayatını bu olaya adar. Hem de arkasında çok şey bırakarak...

Hikayenin inanılmazlığı yanında senaryonun ayakları maalesef yere basmıyor. Kopuklukları zaman zaman hissediyorsunuz. Fakat (mütemadiyen tekrarlasam da) konu yönetmen ve muhteşem oyuncularla birleştiği için senaryo mazur kılınabiliyor. Filmi izlememe sebep olan 2007 yılında "Hollywood Walk of Fame"de yıldız kapan Oscarlı Hilary Swank role kendini çok güzel adapte etmiş ve izlerken Betty Anne'nin heyecanını, öfkesini, umudunu size de yaşatıyor. Hatta kendinizi bu kadar fedakarlık yapıp yapamayacağınız ile ilgili düşüncelerle baş başa bırakıyor. Sinemaya Hilary Swank ile hemen hemen aynı dönemde ayak basan, "Confessions of a Dangerous Mind" ve "Frost/Nixon"dan hatırlanan ("Moon" filmini hala seyredemedim) Sam Rockwell ise en az Swank kadar göz dolduruyor. "The Fighter"da Christian Bale'ın performansına kendimi kaptırıp "Gerçekten de serseri olabilir bu adam!" demiştim. Aynısını bu filmde Rockwell için de düşündüm. Yardımcı kadın rolünde "Sleepers" ve "Good Will Hunting"teki rolleriyle akılda kalan Minnie Driver'ın bulunması ise filme ayrı bir hava katmış. Tüm oyuncular bir yana, sinema hayatına ben doğmadan başlamış, taze Oscarlı Amerikalı oyuncu Melissa Leo'ya filmde az sahnede yer almasına rağmen şapka çıkarmak gerekir. Onun adı bile kadroyu sağlamlaştırıyor.
Filmin sonuyla ilgili ve gerçek öykünün devamı için  yorum yazmaya can atıyorum fakat bu izleme heyecanınızı azaltabilir. O yüzden eğer filmi izlerseniz, devamında da aşağıdaki sitelere göz atmanızı tavsiye ederim. (Gerçek Kenneth ve Betty Anne'i görmek güzel olmaz mı? Ya da onlara ne olup olmadığını öğrenmek?)

http://www.innocenceproject.org/Content/Kenny_Waters.php
http://truthinjustice.org/ken-waters.htm
http://www.trialanderrordennis.org/waters.html

   

10 Nisan 2011 Pazar

Last Night (2010)

Blogların kapatılmasına sebep olan kişileri bu yaşıma kadar öğrendiğim cici kelimelerle kınadıktan sonra mahkeme kararıyla tekrar açılmasını beklememe rağmen açılmayınca diğer akıllı insanlara katılarak ben de ayarlarla oynayıp haftalar sonrasında tekrar yazmaya başlıyorum :) İzlediğim filmler birikti. Hadi iyi okumalar..


Senaristliğini ve yönetmenliğini "The Jacket" filminden tanıdığımız Massy Tadjedin'in üstlendiği Last Night, hem konusuyla hem de kadrosuyla seyirciyi koltuğuna sabitliyor. Zaman zaman durağan olduğunu hissettirse de 90 dakika boyunca bir sonraki sahnede ne olacağını merak ederek filmin sonunu getirebilirsiniz.

Joanna (Keira Knightley) ve Michael (Sam Worthington) New York'ta yaşayan modern evli bir çifttir. Michael bir iş gezisi için şehir dışına arkadaşı Andy ve seksi iş arkadaşı Laura (Eva Mendes) ile gider. Gitmeden önceki gece ve iş gezisinden dönüldüğü ana kadarki zaman diliminde aldatmanın çeşitlerini karı koca gayet güzel bir şekilde izleyiciye göstermekten öte hissettirirler!

Aldatmanın genelde bedensel düşünüldüğü görüşlere "kapak" olacak şekilde zihinde de gerçekleştiği ve bunun da en az bedensel aldatma kadar tehlike arz ettiği ana tema sayılabilir. Evlilikte aldatma, sadakat ve bağlılığın her iki cins tarafından tarifi görsel olarak sunulurken (öyküde sevgi ele alınmıyor, en azından Joanna tarafında) aslında Joanna'ya da Michael'a da kızamıyorsunuz çünkü ikisi de kendince sebeplerini ortaya döküyorlar. Biri kışkırtılıyor, diğeri ise unutamıyor. E tabi bunlar bir gerekçe olabilir mi, o sizin takdirinize kalmış. Film boyunca hangi tür aldatmanın daha kötü olduğunu sorgulamamak imkansız ve cevabını bulmak da bir o kadar zor.

Keira Knightley her yeni filmde oyunculuğunu daha da konuşturarak rol aldığı filmleri izleme sebebim oluyor. "Avatar"ın Jake'i olarak tanınan Sam Worthington ve fiziğinin oyunculuğunun önüne geçmesini doğal karşıladığım Eva Mendes (Knightley yanında Mendes'in oyunculuğu cidden hafif kalıyor) bir yana "Jeux d'efants" (Cesaretin Var mı Aşka?)'nın Julien'i olarak gönlümüze taht kuran Guillaume Canet, Alex karakteriyle birebir örtüşerek filme apayrı bir tat katıyor. Onun yerine başkası Alex'i canlandırsaydı bu kadar yakışır mıydı emin değilim.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...