31 Mayıs 2011 Salı

Gnomeo and Juliet (2011)

3 Haziran’da Türkiye’de 3D özelliğiyle gösterime girmesi beklenen Gnomeo and Juliet 84 dakikalık animasyon olarak karşımıza çıkıyor. Yönetmen koltuğundaki Kelly Asbury aynı zamanda Mark Burton ve Kevin Cecil ile senaristliği de paylaşıyor. Dünyaca ünlü “Romeo and Juliet” oyunu bu sefer bahçe cücelerin dünyasının içinde geçiyor. Konuyu anlatmaya gerek duymuyorum. İmkansız olan aşk serüveni tahmin ettiğiniz yönde ilerlerken sadece daha çok gülümseyeceksiniz. Aradaki farklardan biri de Romeo’nun Gnomeo olması. Yeraltı hazinelerine bekçilik eden cüce ve bu cüceyi temsil eden bahçe heykelciği anlamına gelen gnome kelimesinden yola çıkarak proje Gnomeo and Juliet adını almış.

Seslendirmelerde oldukça tanıdık isimler yer alıyor. Sırasıyla Juliet’i Emily Blunt, Gnomeo’yu James McAvoy, Nanette’yi Ashley Jensen, Tybalt’ı Jason Statham seslendirmiş. Ayrıca yan karakterlerde Ozzy Osbourne ve Hulk Hogan sesleri bile var! Bu seslerin başarısını duymanız için filmi dublaj yerine orjinal olarak izlemenizi tavsiye ederim. Özellikle son zamanlarda "The Young Victoria", "The Adjustment Bureau" ve "Gulliver's Travels" filmleriyle göze çarpan (Belçim Erdoğan ikizi gibi gördüğüm) Emily Blunt, Juliet karakterini çok güzel seslendiriyor.

27 Mayıs 2011 Cuma

Something Borrowed (2011)

Bugün sinema salonlarında gösterime giren romantik komedi türünde izlenebilecek Something Borrowed, “The Girl Next Door”un yönetmeni Luke Greenfield tarafından yönetilmiş; Jennie Snyder tarafından Emily Giff’in aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanmıştır. 35 milyon $ bütçeli ABD yapımı filmin başrollerinde Ginnifer Goodwin, Kate Hudson, Colin Egglesfield ve John Krasinski yer alıyor.

Darcy (Hudson) ile çocukluktan beri çok yakın arkadaş olan Rachel, New York’ta bir hukuk bürosunda çalışan başarılı bir avukattır. Müzmin bekarlığı yüzünden sürekli Darcy’den eleştiri alan bu sadık dost, 30. doğum gününü kutladığı gece hukuk fakültesinden beri delice aşık olduğu Dex ile beraber olur! Yalnız ortada ufak bir sorun vardır: Dex ve Darcy nişanlıdır! Bu durumda Rachel ne yapacak? Rachel aşkı mı seçecek yoksa sadık bir dost olarak yoluna devam mı edecek? 

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Point Blank (2010)

Bu aralar denk mi geliyor bilmiyorum fakat Avrupa filmleri izleme sıklığım artmaya başladı. “Little White Lies” gibi leziz bir Fransız filminin ardından gene 84 dakikalık polisiye, macera filmi olan Point Blank (orijinal adı ile A Bout Portant) bu Cuma 16 milyon $’lık bütçesi ile seyircinin karşısına çıkıyor.

Fred Cavaye yönetmen koltuğunda otururken, senaryoyu da Guillaume Lemans'la kaleme alıyorlar. Oyuncu kadrosu da tecrübeli kişilerden seçilmiş: Gilles Lellouche, Roschdy Zem, Gerard Lanvin, Elena Anaya.

24 Mayıs 2011 Salı

İncir Reçeli (2010)

Fragmanını sinemada izlediğimde farklı bir hava estirdiğini düşündüğüm ve adıyla da bu merak bulutlarını arttıran İncir Reçeli; romantik komedi olarak başlayıp drama dönen ama gene de Türk sineması açısından başarılı bir proje olarak seyirciye sunuluyor. Yönetmen ve senaristi Aytaç Ağırlar, "Cennet" ve "Benim ve Roz'un Sonbaharı" filmlerinde rol almış. Baş rollerinde Sezai Paracıkoğlu, Melike Güner ve Sinan Çalışkanoğlu gibi sinemadan çok ekranlardan tanıdığımız oyuncular yer alıyor.

Metin (Paracıkoğlu) TV'lere skeç yazarak geçimini sağlayan bir yazardır. Skeçleri dışında senaryoları tutmamaktadır (reyting kaygısı yapımcıları etkiliyor tabi). Her gece gittiği barda biraları lık lık götürürken Duygu (Güner) ile tanışır. Etkileyici, hoş, hatta çılgın olan Duygu, Metin'in hayatına hızlı bir dalış yapar ve yepyeni bir yaşama adım atarlar.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides (2011)

2 gün gecikmeli olarak Jack Sparrow'un yeni (aslında eski) macerasını izleme fırsatı bulabildim. Serinin 4. filminde bir çok değişiklik göze çarpıyor. Öncelikle seri ile bütünleşen yönetmen Gore Verbinski yerine koltukta Rob Marshall oturuyor. Rob Marshall'ı "Chicago", "Memories of a Geisha" ve "Nine" gibi çok ünlü filmlerin yönetmeni olarak izlemiştik. Senaryo ise tekrardan Ted Elliot elinden geçiyor. Oyuncu kadrosunda büyük iki eksiklik ve yeni bir sima ile karşılaşıyoruz: Keira Knigthley ve Orlando Bloom bu seferki hikayede yer almıyor ama Penelope Cruz Angelica rolü ile gayet çekici bir korsanı canlandırıyor. Johnny Depp ve Geoffrey Rush ise oldukları yerde filme harika bir lezzet katıyorlar.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Little White Lies (2010)

Küçük Beyaz Yalanlar
Türkiye’de gecikmeli olarak "Les Petits Mouchoirs" orijinal adıyla yarın vizyona giren Fransız filmi, keyifli vakit geçirmeniz için harika bir seçenek olarak karşınıza çıkıyor. Yönetmenliğini ve senaristliğini yakın zamanlarda “Last Night” filmiyle ekranlarda gördüğümüz ünlü Fransız oyuncu Guillaume Canet üstleniyor. Başrollerinde ise kalabalık bir oyuncu ekibini görebilirsiniz; üstelik hepsi de Fransız sinemasının ustalarından: François Cluzet, Marion Cotillard, Benoit Magimel, Gilles Lellouche ve Jean Dujardin. Fransız filmlerini sadece birkaç oyuncu için izlemeyi tercih eden beni bile çok etkilemesinde oyuncu kadrosunun ve senarist-yönetmenin çok büyük payı olduğundan kuşkunuz olmasın.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Pirates of the Caribbean 1-2-3 (2003-2007)

Heyecanla beklenilen, yarın vizyona girecek “Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides” filminden önce serinin ilk üç filmini kısaca hatırlama vakti geldi. Dördüncü filmi izler izlemez de birkaç satır yazacağım.

Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl (2003)

Yönetmen: Gore Verbinski
Senaryo: Ted Elliott, Terry Rossio, Jay Wolpert 
Oyuncular: Johnny Depp, Ben Wilson, Geoffrey Rush, Orlando Bloom, Keira Knightley 
Süre: 143 dk

Bütçe: 140 milyon $

Kaptan Barbossa tarafından kaçırılan Vali'nin kızı Elizabeth Swann, çocukluk arkadaşı Will Turner ve korsan Jack Sparrow'un işbirliği ile kurtarılmaya çalışılır. Kaptan Barbossa ve diğer korsanların güçlerini ayışığından alan bir lanetleri vardır. Yaşam ile ölüm arasındaki sınırı aşıp güçlerine kavuşmak için Elizabeth'i kullanmak istemektedirler. 

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Oscar'ı Hala Alamayan Oyuncular

Bir çok projede yer alan, hatta bu projeleri izlememize sebep olan çok ünlü ve başarılı oyunculardan bazılarının hala Oscar siftahı yapamaması beni bu listeyi hazırlamaya yönlendirdi. Umarım aralarında sizi gerçekten şaşırtanlar vardır :)

Leonardo Di Caprio (1974) 

Adaylıklar

1) 1993 "What's Eating Gilbert Grape" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı

2) 2004 "The Aviator" En iyi erkek oyuncu adayı

3) 2006 "Blood Diamond" En iyi erkek oyuncu adayı



Brad Pitt (1963) 

Adaylıklar

1) 1995 "12 Monkeys" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı

2) 2008 "The Curious Case of Benjamin Button" En iyi erkek oyuncu adayı



Edward Norton (1969) 

Adaylıklar:

1) 1996 "Primal Fear" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı

2) 1998 "American History X" En iyi erkek oyuncu adayı 





Johnny Depp (1963) 

Adaylıklar

1) 2003 "Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl" En iyi erkek oyuncu adayı

2) 2004 "Finding Neverland" En iyi erkek oyuncu adayı 

3) 2007 "Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street" En iyi erkek oyuncu adayı



Meg Ryan (1961)                                                                                                  Jim Carrey (1962) 



Jim Carrey ile botoks ve estetik operasyonlarla yandaki görüntüye sahip Meg Ryan Oscar adaylığı dahi olmayan ünlü oyunculardan.








Tom Cruise (1962) 

Adaylıklar

1) 1989 "Born on the Fourth of July" En iyi erkek oyuncu adayı

2) 1996 "Jerry Maguire" En iyi erkek oyuncu adayı

3) 1999 "Magnolia" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı



Annette Bening (1958) 

Adaylıklar

1) 1990 "The Grifters" En iyi yardımcı kadın oyuncu adayı

2) 1999 "American Beauty" En iyi kadın oyuncu adayı

3) 2004 "Being Julia" En iyi kadın oyuncu adayı

4) 2010 "The Kids Are All Right" En iyi kadın oyuncu adayı



Ed Harris (1950) 

Adaylıklar

1) 1995 "Apollo 13" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı

2) 1998 "The Truman Show" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı

3) 2000 "Pollock" En iyi erkek oyuncu adayı

4) 2002 "The Hours" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı



John Travolta (1954) 

Adaylıklar

1) 1977 "Saturday Night Fever" En iyi erkek oyuncu adayı


2) 1994 "Pulp Fiction" En iyi erkek oyuncu adayı







John Malkovich (1953)

Adaylıklar


1) 1984 "Places in the Heart" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı


2) 1993 "In the Line of Fire" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı



Julianne Moore (1960) 

Adaylıklar

1)1997 "Boogie Nights" En iyi tardımcı kadın oyuncu adayı

2) 1999 "The End of the Affair" En iyi kadın oyuncu adayı

3) 2002 "Far From Heaven" En iyi kadın oyuncu adayı

4) 2002 "The Hours" En iyi yardımcı kadın oyuncu adayı


Alec Baldwin (1958) 

Adaylık

2003 "The Cooler" En iyi yardımcı erkek oyuncu adayı



Michelle Pfeiffer (1958) 

Adaylıklar

1) 1988 "Dangerous Liaisons" En iyi yardımcı kadın oyuncu adayı

2) 1989 "The Fabulous Baker Boys" En iyi kadın oyuncu adayı

3) 1992 "Love Field" En iyi kadın oyuncu adayı



Uma Thurman (1970) 

Adaylık

1994 "Pulp Fiction" En iyi yardımcı kadın oyuncu adayı








Drew Barrymore (1975)                                                                       Richard Gere (1949)





Drew Barrymore ve Richard Gere'in Oscar adaylıkları yok!













* Kadın oyuncu arayışındayken Uma Thurman, Scarlet Johansson ve Jessica Alba'yı hatırlatan Alkan'a katkılarından dolayı teşekkür ederim :) Scarlet Johansson ve Jessica Alba'yı genç olmalarından dolayı listeye ekleme konusunda emin olamadım. Özellikle Johansson çok başarılı bir oyuncu fakat daha 1984'lüymüş! Millet bu yaşta neler yapıyor; bizse sadece yorum yapmakla yetiniyoruz :)

10 Mayıs 2011 Salı

Sanctum (2010)

Avatar“ın yarattığı etki sonrasında James Cameron adıyla gündeme tepeden inen 3D görüntülü Sanctum, “Rango”daki susuzluk sonrasında seyirciyi suların dibine gömen bir aksiyon/macera filmi olarak karşımıza çıkıyor. Yönetmeninden (Alister Grierson) tutun da senaristlerine (John Garvin, Andrew Wigh) hatta oyuncularına kadar buram buram tazelik kokan film James Cameron dışında bir tanıdık bulundurmuyor. Zira tazelik dediğimi olumlu algılamayın çünkü ortada çok başarılı bir yapım maalesef yok.

ABD/Avustralya yapımı 109 dakikalık filmde dünyanın en büyük, en güzel ve girilmesi en zor mağarasına doğru aksiyon/macera/gerilim dolu bir yolculuğa çıkan dalgıç ekibinin hikayesi anlatılıyor. Tecrübeli dalgıç Frank McGuire (Richard Roxburgh (filmde en tanıdık yüz!)) , Güney Pasifik’teki Esa-ala Mağaraları’nı aylardır araştırmaktadır. Bu araştırmaya para yatıran Carl Hurley, kız arkadaşı, Frank’in oğlu Josh ve diğer dalgıçlar fırtına yüzünden mağaradan çıkamayıp daha da derine dalmak mecburiyetinde kalır. Bitmek tükenmek bilmeyen tehlikelerle boğuşan ekip sayesinde siz de film boyunca su içmemeye ant içiyorsunuz.

30 milyon $ bütçeli filmin oyuncu kadrosu adeta Avusturyalı oyuncuların istilasına uğramış. Ioan Gruffudd, Richard Roxburgh, Alice Parkinson, Rhys Wakefield mağarada suyla cebelleşen ekibin başını çekiyorlar. Araştırmaya para yatıran karakter Carl’ı canlandıran 1973 doğumlu Ioan Gruffud “Black Hawk Down”, “King Arthur”, “Fantastic Four”, “Fantastic Four: Rise of the Silver Surfer” gibi filmlerde ve TV’de de bazı projelerde yer almıştır. 1962 doğumlu Richard Roxburgh ise Santcum’daki çılgın, cesur, aklı başında (!) usta dalgıç Frank’e can veriyor. "Mission: Impossible 2", "Moulin Rouge!", "Van Helsing" ve "Stealth" filmlerinde boy gösteren Roxburgh Avustralya’da birçok ödül ve adaylığa layık görülmüş. 

Sanctum’u 3D olarak izlemeye fırsatım olmadı. Pek bir şey kaçırdığımı düşünmüyorum çünkü neredeyse her an en az suda boğulma psikolojisi kadar klişelerle boğuşmakla da uğraştım. Hani senaryo zayıf olur ama yönetmen koltuğunu o kadar güzel doldurur ki o eksikliğe göz yumarsınız. Hatta oyuncuların performansı sizi o kadar etkiler ki yönetmene de senaryoya da çok fazla ses çıkarmazsınız. Fakat elle tutulacak ne yönetmen, ne senaryo, ne de oyuncular var. 3D izlemediğim için görüntü hakkındaki yorumumu izleyenlere bırakıyorum ama tecrübesi az olan bu kadar insanı hangi sebeple bir araya getirip izleyiciye eziyet çektirilir anlayamıyorum. Özellikle senaryo o kadar klişelerle doldurulmuş ki (geçinemeyen baba-oğul ilişkisi, kendini doğaya adamış adam, sadece parasını düşünüyor gösterilen adam, tecrübesi olmamasına rağmen mağaraya inen ve baş belası olan kadın vs.) bir sürprize bile muhtaç kalıyorsunuz. Filmin yarattığı gerilimin içine duyguları da sıkıştırmaya çalışmışlar ama pişmanlık, vicdan azabı ve sevgi örtüşmemiş. Demek ki neymiş? Bazı projeleri James Cameron’ın “Executive Producer” olması bile kurtaramıyormuş.

6 Mayıs 2011 Cuma

Get Low (2009)

Ocak sonu Oscar adaylarını izleme telaşından vizyona girdiğini fark edemediğim Get Low, ilginç konusu ve muhteşem oyuncu kadrosuyla izlenmesi gereken dram-komedi türünde 100 dakikalık bir ABD yapımı. “Kiss The Girls” ve “Simon Birch” filmlerinin görüntü yönetmenliğini yapmış Aaron Schneider (2004 yılında kısa film Oscar’ını almış) yönetmen koltuğunda otururken senaryoyu Chris Provenzano ve C. Gaby Mitchell kaleme almıştır. Bill Murray, Robert Duvall, Lucas Black ve Sissy Spacek göz doldurucu performanslarıyla seyirciye filmi keyifle izletiyor.

Huysuz ihtiyar Felix Bush (Robert Duvall), ormanda herkesten uzakta izole bir hayat yaşamaktadır. Kasabanın halkıyla yıllarca mesafelidir ki zaten halk da ondan korkmaktadır. Herkes ona bir katil, bir şeytanmışçasına bakar ve gördükleri yerde kaçar. Felix bir gün kasabaya elinde bir tomar para ve tüfeğiyle iner ve kendi cenaze törenini düzenlemek istediğini söyler! Kasabada ölümlerin çok az olmasından dolayı cenaze levazımatçısı Frank (Bill Murray) bu fırsatı her türlü garipliğine rağmen memnuniyetle kabul eder. Çırağı Buddy (Lucas Black) ile cenaze töreni hazırlığına başlarlar! Ama bu göründüğü kadar kolay olmayacaktır.

1950 doğumlu Bill Murray, sayısız filmleriyle sinema ve televizyon seyircisinin gönlünde taht kurmuş komedyen ve oyuncudur. Ününe rağmen oldukça mütevazı bir hayatı tercih eden Murray, birçok ödül ve adaylıklarıyla birlikte 2003’te “Lost in Translation” filmiyle komedi dışında da çok başarılı olduğunu en iyi erkek oyuncu Bafta ödülü ve en iyi erkek oyuncu Akademi ödül adaylığıyla tekrar ispatlamıştır. “John Q” filminde bolca övdüğüm Robert Duvall’ı hafif çatlak fakat bir o kadar da sevgiye muhtaç bir karakterde görmeye alışkın olmadığımdan filmdeki favori oyuncum olarak onu seçiyorum. Can verdiği karakteri gerçek hayatta görsem yolumu değiştiririm ama o kadar özümsemiş ki rolünü, her sahnede onu görmek istiyorsunuz. En çok beğendiğim ikinci karakter Mattie’yi canlandıran Sissy Spacek ise bir o kadar eğlenceli fakat buruk bir rolde karşımıza çıkıyor. Kadronun erkek ağırlığı yanında Spacek çok zarif ve sevimli görünüyor. Sahnesi çok fazla olmasa da göründüğü her an ilgiyi üstüne çekebilecek kadar göz doldurucu. 1949 doğumlu oyuncu (ve şarkıcı) 1980 yılında en iyi kadın oyuncu Akademi ödülünü “Coal Miner’s Daughter” ile almıştır. 1982’de “Missing” ile, 1984’te “The River” ile, 1986’da “Crimes of the Heart” ile ve 2001’de “In the Bedroom” ile en iyi kadın oyuncu Akademi ödül adayı olmuştur. Oscarı başlarda almanın verdiği gururla yıllar boyunca bu kadar çok aday olmanın keyfi ayrı olması lazım.

20. yüzyılın başında bir Amerikan kasabası atmosferinde geçen hikayenin başlangıcı çok yavaş ve sıradan gelse de bu ilginç konu zamanla sizi kendine çekiyor. Film müzikleri ise dramı yumuşatıp komediye dönüştürüyor. Diyaloglar eğlence ve dramı iç içe geçiriyor. Filmi izlerken Felix Bush’a hem kızıyor, hem acıyor, hem de gülüyorsunuz. Senaryo ise ölümü farklı bir açıdan ele alıyor. Bir insanın kendi cenaze törenine katılma düşüncesi tüyler ürpertici lakin filmde bunu heyecan ve merakla bekliyorsunuz! Her yeni olay diğerinden hem daha komik hem de daha can yakıcı bir hal alıyor. Ayrıca Felix Bush karakteri ile de sevilmemenin ve yalnızlığın nasıl bir duygu olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz. Kıyafetler, dekorlar ise kasabanın ruhunu size yaşatıyor. Aksiyondan uzak ama eğlenceli bir dram izlemek isterseniz bu film biçilmiş kaftandır derim.  

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Thor (2011)

İskandinav mitolojisinin en güçlü tanrısı olarak kabul edilen Thor’u konu alan ve geçen hafta vizyona 3D özelliği ile giren Thor, oyuncu kadrosu ve yönetmeniyle göz dolduruyor. ABD yapımı 114 dakikalık fantastik macera türündeki projenin ünlü yönetmeni Kenneth Branagh, “Frankenstein” efsanesinde oyuncu ve yönetmen; “Othello”da oyuncu, “Hamlet”te yönetmen, senarist ve oyuncu; “Wild Wild West”te oyuncu; “Mission: Impossible 3”de oyuncu ve “Sleuth”ta yönetmen olarak karşımıza çıkmıştı. Televizyonda da birçok projede oyuncu olarak yer alan Branagh 1989’da “Henry V” ile en iyi erkek oyuncu ve en iyi yönetmen dallarında Oscar adayı ve en iyi erkek oyuncu Bafta adayı oldu. Thor’un senaristliğini ise Ashley Miller ve “Fantastic Four 2: Rise of the Silver Surfer” filminin senaristi Don Payne üstleniyor. Başrolleri Natalie Portman, Chris Hemsworth ve filme damgasını vurduğuna inandığım Anthony Hopkins paylaşıyor.

Savaşçı ruhunun kibir ve hırsla birleşmesi sonucu antik bir savaşı tekrardan başlatan Thor, bunun bedelini Dünya’ya sürgün edilerek öder. Dünya’da insanlar arasında güçleri alınmış şekilde yaşamaya mecbur kalırken Jane Foster (Portman) ile tanışır. Geri dönmenin yollarını ararken kendi evreninin kötü adamı da Dünya’yı istila etmek için gönderilir. Tam da bu noktada Thor kahraman olmak için nelerin gerektiğini yaşayarak öğrenir ve kolları sıvar.


Thor’un babası Odin’i Anthony Hopkins’ten başkası oynayabilir miydi bilmiyorum çünkü ekranda görünür görünmez (yani karakterin Odin olduğunu bilmeden) “Demek ki Anthony en yüce karakteri oynuyor” diyorsunuz. Karakter o kadar örtüşmüş ki hemen tüm iyiliklerini/kötülüklerini kabul edebiliyorsunuz. Dünya’daki araştırmacı Jane Foster’ı canlandıran Natalie Portman’ın niye bu projede yer aldığını anlamak biraz zor çünkü çok sıradan bir rolü oynuyor. Gerçi asıl amaç Thor’u anlatmaksa diğer karakterlerin daha sıradan olması gerekiyor. O sıradanlık Thor’un yüceliğini arttırıyor. 1983 Avustralya doğumlu taze Chris Hemsworth ise Thor karakteriyle çakma Kıvanç Tatlıtuğ (ikisi de yaşıtmış efendim, ama aslında Chris daha yakışıklı) olarak arz-ı endam ediyor. “Star Trek”, “A Perfect Getaway” ve “Cash” filmlerinde rol alan oyuncu yakın zamanda fantastik macera severlerin karşısına “The Avengers” ile tekrar Thor karakterini oynayarak çıkacak. Performansı seyirciyi çok fazla etkilemese de (Hopkins ve Portman varken zaten ondan bir şey beklenmiyor) destansı bir kahraman olarak sırıtmıyor. 

Filmi 3D izlemeniz ayrı bir keyif katmıyor  çünkü (gözlüğün verdiği ağırlığı bir yana bırakalım) bu özellikle çok güzelleşen sahneler bulunmamaktadır. Sinemadan çıktığınızda akılda kalan 3D sahnesi yok bile denebilir. Bunun yanında fantastik türünden pek haz etmesem de oldukça eğlenceliydi çünkü diyaloglara pek çok komedi unsuru eklenmiş. Birçok kez gülmenize sebep olacak bölümler mevcut. Senaryoda çok çabuk geçilmiş, üstünde durulmamış konular da göze çarpıyor. Fazla detay vermeden örnek olarak Thor - Jane ilişkisi başarılı bir şekilde aktarılamamış. Bu ilişkinin üzerinde daha çok durulması filmin türünün dışına çıkmasına sebep olabilirdi belki ama böyle de çok yavan kalmış. Favori sahnem ise (ki filmi izleyenlerin de bana katılacağına eminim) Thor’un pet shop’a girip bir şey istemesidir. Ayrıca Thor’un kırmızı pelerini de çok etkileyiciydi, gözüm kaldı :) Natalie Portman’ı oyuncu olarak sevsem de bu filme farklı birinin dahil olmasını tercih ederdim. Tabi ki Portman’ın adı sinemaya gitme sebebi oluyor o ayrı. Marvel dünyasını hiç takip etmeyen biri olarak beklentisiz gittiğim bu filmi çok beğendim. Takipçilerinin beğenip beğenmeyeceğinden emin olamasam da izlemenizi tavsiye ederim.

1 Mayıs 2011 Pazar

The Resident (2011)

“Alamanya’dan oğlum gelecek, evden çıkmanız lazım”, “Bekara ev yok”, “Eve erkek sinek bile girmeyecek”, “Kirayı geciktirdiniz” gibi cümlelerle karşımıza çıkan ak sakallı, elinde tespihli ev sahibi mi dersiniz yoksa ailesinden kalan evi kiraya veren emekli bir teyze mi? Bu filmi izledikten sonra inanın o ak sakallı ihtiyarın da, huysuz teyzenin de ellerinden öpersiniz. Çünkü yönetmenliğini Finlandiyalı müzik ve film yönetmeni Antti Jokinen’in üstlendiği, senaryoyu ise gene Antti Jokinen ve Robert Orr’un paylaştığı The Resident klasik ev sahibi tanımından seyirciyi tamamen uzaklaştırıyor. Başrollerinde Hillary Swank ve Javier Bardem’den bozma Jeffrey Dean Morgan (filmi izlemeye başladığımda Max karakterini Bardem olarak izledim birkaç dakika boyunca) olan 91 dakikalık gerilim/dram kıvamındaki filmin IMDB puanı şimdilik 5.2 olsa da gönlümden azıcık daha yüksek bir puan vermek geçiyor.

Acilde çalışan genç doktor Juliet, Brooklyn’de ucuz fakat büyük bir daireye taşınır. Yoğun iş temposunun yarattığı stres ve özel yaşamındaki çalkantılarla iç içeyken kendince yeni bir hayata adım atma çabasındadır. Yeni ev sahibi Max ise bu yeni hayatına güneş tadında girer (Adam yakışıklı, karizmatik, sevecen; yapacak bir şey yok). Pamuk helva kıvamında yeni evine alışan doktor, evdeyken huzursuzlanmaya başlar çünkü yalnız olmadığını hisseder. Yalnızlığını paylaştığı kişinin (ya da şeyin!) kim (ya da ne?) olduğunu öğrenmek için izleyin görün derim :)

IMDB’den okuduğum kadarıyla, Celine Dion, Shania Twain, Anastacia, Kelly Clarkson ve Thalia gibi bir çok ünlünün müzik yönetmenliğini yapan Jokinen bir röportajında Swank’ten önce bu rolün Jessica Alba’ya verildiğini söylemiş. Neyse ki sonradan Swank projeye dahil olmuş çünkü çoğu filmde kendiyle hesaplaşan, zor bir hayatı olan kadını oynayan Swank bu filmde de çok başarılı bir performans sergilemiş. Yanık teni, kaslı kolları (!) ve hafif makyajıyla cehennemin ortasına düşen güçlü bir doktorun dramını aktarırken insan ister istemez kendini onun yerine koyuyor. 

Javier Bardem çakması diyerek kendisine haksızlık ettiğimi düşünmediğim Jeffrey Dean Morgan ise beni şaşkınlığa uğrattı. O karizmatik ev sahibinin yarattığı sıcak havayı “Allah tependen baksın senin”e çevirerek nerede o “P.S I Love You”daki William dedirtti. Swank ile tekrardan aynı bir projede yer alması konu farklılığından dolayı izleyiciyi rahatsız etmiyor. Max karakterinin diğer yüzünü de oldukça etkileyici oynamış. 1966 Washington doğumlu oyuncu, sinema filmlerinin yanı sıra "ER", "The O.C.", "Supernatural" ve "Grey’s Anatomy" başta olmak üzere bir çok dizide rol almış. Sinemadan daha yakından takip ettiğim kadarıyla söyleyebilirim ki hem romantik komedide, hem dramda hem de korku/gerilim türünde her türlü kılığa girip bunu başarıyla aktarabilecek bir yeteneğe sahip.

Senaryo bilindik olsa da (yeni mekan - yeni hayat ve korku tüneline giriş) bu türü sevenlerin izlerken keyif alacağını düşünüyorum. Yaratması gereken psikolojiden dolayı öykü oldukça karanlık bir atmosferde geçiyor ve bu da zaman zaman sürükleyiciliği azaltıyor. Bir buçuk saat bazen uzun bile geliyor ama zaten daha kısa olması da zaten çok beklenemezdi. Müzik kulakların pasını silemese de yarattığı gerilim ve oyunculuk filmi vasatın üstüne çıkartıyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...