2012 Berlin Film Festivali
Panorama bölümünün açılış filmi olmasına rağmen Türkiye’de 26 Nisan’da azıcık
sayıda sinema salonunda gösterime giren Kuma, hepimizin bildiği veya az çok
duyduğu bir konuyu farklı açılardan ele alıyor. Avusturya yapımı dramın
yönetmen ve senaristi Avusturya doğumlu Umut Dağ’dır. Umut Dağ’ın ilk uzun
metrajlı filminde oyuncu kadrosunu Nihal Koldaş, Begüm Akkaya, Vedat Erincin,
Merve Çervik oluşturuyorlar. 93 dakikalık proje, 49. Altın Portakal Film Festivali’nde
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan Eser İşletme Belgesi alamadığı için
yarışmamıştır.
Fatma, ciddi bir hastalıkla
mücadele eden 5 çocuk annesi bir kadındır. İleride kendisine bir şey olursa
diye kocası ve çocuklarına bakması için memleketinden kendine kuma alır (kuma almak da nasıl bir deyişse artık?!).
Kumasıyla beraber Viyana’ya evine dönen Fatma’yı zor günler beklemektedir; en
az kuması Ayşe kadar.
Adında Anadolu kokusu barındıran
Kuma’nın hayli zor konusu var. Olay sadece bir kadının üzerine kuma gelmesi
değil; üzerine kuma gelen kadının bunu bile isteye yapmasıdır. Hatta eşinin bile
istememesine rağmen kumayı kendi seçiyor. İnsan, sevdiğini başkasıyla nasıl
paylaşabilir? Üstelik bunu nasıl kendi seçebilir? Akla ziyan bir tercih görünse
de elbette sebebi var. Kemoterapilerle ilerleyen süreçte yerine gelen kadın, eşine ve çocuklarına bakacak, gözü arkada
kalmayacak. Kafa karıştıran başlangıcı ardından ikinci yarısına doğru daha şaşırtıcı olaylar birbirini kovalıyor. Sürükleyiciliği başarılı; her sahne ayrı merak
uyandırıyor. Kurgusu da keza öyle. Olaylar birbirine karışmıyor ve hiçbir sahne gereksiz gelmiyor. Karakter sayısı
fazla görünse de Avrupa’daki “Türk mahallesi”ni oluşturmak için bir nevi bu
kalabalık farz oluyor. Diğer yandan, ana karakterler üzerinde daha yoğunlaştığı
için konu dağılmıyor.
Gelelim senaryodaki kadına bakışa! Kuma kavramını hiç tartışmaya bile almıyorum zaten. Gerçi benim konuya kapalı olmam onun varlığını değiştirmiyor. Fatma
karakteri eşini ve çocuklarını Ayşe’ye emanet etmek için kendine kuma yapıyor. Lakin
olay kumalık değil, hizmetçilik hatta kölelik. Ayşe kendi istemeden, karar veremeden yabancı ülkeye gidiyor; yabancı bir ailenin içine, yabancı bir adamın koynuna
giriyor. Yani hiç biri kendi tercihi değil. Olay sadece “gözlerini kapa”dan
ibaret. Empati kurulacak en ufak nokta bırakmıyor senaryo. 20 senedir
Avrupa’da yaşayan aile olmalarına rağmen gelenek göreneklere sıkı sıkıya
bağlı kalmışlar. “Mahalle” kavramı devam etmiş, dedikodulardan uzak durmak
adına sırlar üstüne hayat kurulmuştur. Baskıcı bir hayatın ortasında kurban
rolünü benimsemiş kadın karakter de Ayşe'dir. Tabi Ayşe'nin dışında yan karakterlerde de kadın farklı yönden ele alınıyor. Mesela büyük kız eşinden sürekli şiddet görmesine rağmen "Kocadır, karışılmaz. Döver de sever de" görüşüyle ailesi ses çıkarmıyor. Aksine annesi kızını eleştiriyor ses çıkarırsa. Bu gelenek görenek midir yoksa bağnazlık mıdır, orası size kalmış. Kadınlara bakışın son örneği de mahalledeki dedikodu yapmayı seven şahıslardır. Aileyi, yaşamlarını her türlü eleştiriyorlar. Markette çalışan kadınlar sürekli dedikodu yapıyorlar. Evdeki kayın valideyi bile çekiştiriyorlar ve bunu da "amaç gülmek boş vakit geçirmek" olarak nitelendiriyorlar. Umut Dağ'ın kadınlara bakışını olumsuz eleştirmek istemiyorum. Sonuçta bunun bir tespit olduğunu ve hepsinde bir gerçeklik payı olduğuna inanıyorum. Lakin hepsi üst üste biraz fazla geldi.
Umut Dağ’ın en büyük artısı tıpkı
filmdeki gibi Avusturya’ya çalışmaya giden bir ailenin çocuğu olmasıdır. Yani Avrupa’da koloni halinde yaşayan aileleri, onların hayata bakışlarını,
giyim kuşamlarını yakından gözlemlemiştir. İlk uzun metrajlı filminde böyle bir
şeye değinmesi oldukça mantıklı görünüyor. Sonunu seyirciye bırakması hem
risk taşıyor, hem Ayşe’nin yükünü sizlere atıyor. 93 dakika yeterli olsa da “Acaba sonu yönetmen getirse miydi?” demeden edemedim. Aslında bu süre
zarfında tüm derdini anlatıyor Dağ. Hatta sonunu filmin ortalarından
itibaren söylüyor.
Mekan, dekor, kostüm detayları
öyküye göre arkada kalıyor. Bu başarısızlıkla ilgili değil; sadece hedef
senaryo ile izleyiciyi etkilemek. Bunu başardığına inanıyorum. Mekan olarak
seçilen evin çok güneş almaması ailenin baskıcı yapısını vurguluyor. Türban bağlama
şeklinin tartışılması ise kostümde en dikkat çeken sahnesiydi.
Baş roldeki iki kadın
performanslarıyla göz kamaştırıyorlar. Tiyatro yönetmenliği de yapan Nihal
Koldaş, tecrübesini zor bir karakterde çok iyi konuşturuyor. Fatma, oldukça iyi
niyetli, ailesine bağlı bir görsellik sunuyor. Diğer yandan, bir insanı
zalimlik boyutunda kullanıyor. Onun haklarını savunmadan, isteklerini
sorgulamadan kendi bencilliğine itiyor. İlk bakışta seviyor gibi
hissediyorsunuz ama içten içe kızgınlığınız tükenmiyor. İyi ve kötü arasında gidip geliyor. Vicdanını iyilik yaparak rahatlatıyor sanki. Nihal Koldaş’ı daha önceden “Masumiyet”
ve “Çoğunluk” filmlerinde izlemiştik. 1991 doğumlu Begüm Akkaya ise masumiyetin
doruklarındaki zavallı Ayşe’yi saf yüzü ve mimikleriyle seyirciye sunuyor. Film
boyunca “Bu kadar mutlu olma, iyi olma, kendini savun” diye diye kendimi yedim
bitirdim. Yani hayli gerçekçi bir oyunculuk sergiliyor. Yan karakterler ise,
hem onları anlamanızı hem de nefret etmenizi sağlıyorlar. Fatma karakterinin
çocukları olduğunuzu düşünsenize? Anneniz hayattayken yok yere eve “yedek anne”
getiriyor. Peki, Ayşe'nin suçu ne? Buyurun size ikilemlerle dolu bir hikaye!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder