Halıcı Kız iki önemli ilk ve bir
önemli sonla adını Türk sinema tarihine kazımıştır. Neler mi bunlar? Sponsor desteğiyle çekilen ilk Türk filmidir ve ilk renkli Türk filmidir. Yönetmen koltuğunda
oturan Muhsin Ertuğrul’un da çektiği son filmdir. 87 dakikalık dramın
senaryosunu Mebrure Sami Alevok ve Vedat Nedim Tör kaleme almışlardır. Heyacan
Başaran, Asuman Korad, Müfit Kiper, Agah Ün, İbrahim Delideniz başta olmak
üzere Suna Pekuysal, Sadri Alışık gibi isimlerin gençlik zamanını filmde
görmek mümkün.
Gül, halı dokumacılığı yapan genç
bir kızdır. Aileden gelen yeteneğiyle tüm Isparta’da hem güzelliğiyle hem de
becerisiyle adını duyurur. Patronun oğlu tarafından kullanılmış ve kalbi
kırılmıştır. İstanbul’a giderek geçmişi arkasında bırakmak ister.
İlkleri taşıyan bir film olarak
her sinemaseverde seyretme isteği uyandırıyor. Peki ya sonuç? Döneme ve
koşullarına göre yargılamakta fayda olduğuna inanıyorum. Çekimleri Isparta,
Bursa ve İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. İlk renkli film olduğunu duyunca senaryo,
yönetmenlik, kurgudan öte insanın gözü renk ve kontrast ayarlarına takılıyor.
1950li yılları renkli görmek elbette artı puanları getiriyor. Gene de
etkileyici bir görselliğe şahitlik pek mümkün değil. Özellikle kırmızı renk
ortaya çıkıyor. Arka planda da diğer renkler soluk tonlarda görünüyor. Hani
siyah beyazla renkli arasında gidip geliyor.
Senaryo ve yönetmenliğe
gelindiğindeyse büyük bir hayal kırıklığı karşılıyor seyirciyi. Film 1953’te
çekilmiş fakat senaryo neredeyse 20 yıl kadar önde gidiyor. Büyük şehirlere
göre daha yerel kalan bir şehirde giyim kuşam, konuşmalar, karakterler uçuk
kalıyor. Karakterlerin seçimi, düşünceleri, davranışları fazla cesaret dolu.
İstanbul Türkçe’si konuşuluyor, en ufak bir şive duyamıyorsunuz. Gül İstanbul’a
gittiğinde vapurdaki veya çevredeki kadın karakterlerden hiç farklı durmuyor.
Sanki Isparta’ya tatile gitmiş İstanbullu bir kız havası var. Düşünceleri de
bir o kadar radikal. Döneme, yaşadığı çevreye, eğitimine uyuşamıyor.
Senaryoda rahatsız eden ikinci
durum ise kadına bakış açısıdır. Gerçi o zamandan bu yana değişen çok şey
olmasa da kör göze parmak sokar gibi kadınları bu denli seks objesi gösterip
çaresizliğe iten bir kader yazılması saçlarımı diken diken etti. Kadın
namusuyla yaşamak ister fakat erkekler onu sadece kasaptaki et gibi görürler.
Ama diğer yandan kadın da şehvetli gösterilir. Maşallah her uyuduğunda sere serpe yatar ve mutlaka bir erkek görerek tahrik olur. Yani bir bakıma
erkeği kışkırtan kadındır. Gül pek çok kez taciz edilir. Hatta bunun sayısı o
kadar çoktur ki 87 dakika sanki 2 saat gibi gelir, hep aynı noktaya döner
durur.
Kurguda pek çok hatasıyla dönemin
seyircilerinden de geçer not alamayan film, Muhsin Ertuğrul’un yönetmenlik
kariyerini bitirmesine de neden olmuştur. Filmin güzel yanları mı yok mu peki?
Elbette var. Örneğin oyuncuların performansları tüm diğer olumsuzluklara rağmen
başarılıdır. Gül karakterini hiç sevemesem de ona hayat veren Heyacan Başaran
hayli tatmin edici bir oyunculuk sergiliyor. İkinci beğendiğim şey ise film müzikleridir.
Gerilimli sahnelerde Hitchcock misali müzik, olayı daha da gergin hale
getiriyor. Solo taksimler de filme artı puanlar sağlıyor. Seyretmeli mi? Tarihi
bir öneme sahipken elbette! Beğenilir mi? Zor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder