5 Şubat 2012 Pazar

Babalar ve Çocukları! Eyvah Mim!

"Bir baba nasıl olmalı?" sorusuna yanıt mahiyetinde yazabilirsiniz isterseniz bu yazıyı, isterseniz onun hakkında bir anı, efendime söyleyim belki de sadece bir an. Ya da minik itiraflar zincirinden oluşturabilirsiniz yazıyı. Ve sonra sonuna 4 kişiye mim yapıştırıyorsunuz. Böyle bir şeyler işte.

Birinci yıl çekilişinden sonra ikinci kez kuralı bozup sinema dışında yazıya yer veriyorum fakat gene içinde sinema var! Blogunu keyifle tıkladığım, Twitter’da da severek takip ettiğim Beyza (ohafalanoldum), bana ilk mimi yapıştırdı J Öncelikle ona teşekkür edip hemen görevime geçiyorum.

Baba ve evlat ilişkileri nedense anne evlat ilişkileri gibi kuvvetli bir bağ oluşturamıyor diye düşünmüşümdür. Bunu anne karnında başlayan bağ ile bağdaştırabiliriz ve daha nice bilimsel kanıtla sonuçlandırabiliriz. Fakat özellikle ataerkil toplumlarda kaçınılmaz despot baba figürü, bir türlü çocuğuna sevgiyi aktaramıyor. İstisnalar olsa da genelini kabul etmek gerekir. Zira pek çok dizide sorunlu bir ilişki yaşayan anne değil babadır; sırlar anneden değil babadan saklanır. Bunu Türkiye’de sınırlandırmak da aslında çok doğru gelmiyor. Ataerkil toplumlar öncelik taşısa da bunu pek çok yabancı projelerde görmek, durumu evrenselleştiriyor! Hele bir de  konuyu baba ve kızı olarak ele alırsak, iş daha karmaşıklaşıyor. 2006 yılında Radikal gazetesinde okuduğum ve hala sakladığım Feride Cihan Göktan’ın “Babalar ve Kızları” yazısı belki bu ilişkiyi özetleyecek yapıdadır. Tabi yazıyı anlayana J Gene de bir göz atın derim; özellikle kadınlar…

Sinema blogu mimlenirse konu her koşulda sinemaya bağlanır J İşte bir baba nasıl olmalı konusunda örnek olacak ve üst üste izlenecek filmler! Listedekilerin bir kısmını izledikten sonra ağlayıp kulaklarımı çınlatmayın lütfen! (Filmlerle ilgili bilgiler vermeyeceğim; sadece mim konusuna uygun tarafına değineceğim).

I Am Sam (2001): Favori iki filmimden biri olmasının sebebi baba kız ilişkisinin bu denli güzel aktarılmasından kaynaklanabilir. Zeka düzeyi 7 yaşındaki bir çocukla eş olan Sam, kızı Lucy 7 yaşına gelince beklenmedik problemlerle yüzleşir. Ama içinde öyle büyük öyle saf bir sevgi vardır ki maddi manevi hiçbir problemi olmayan babalara taş çıkartır mücadelesi! Pek çok genç kız, kadın Sam’i izledikçe özenmiştir bu sevgiye, ilgiye, bağlılığa. Önemli olanın para ya da zihinsel zeka olmadığını anlamak hayal dünyasından uyanmamızı sağlar. Çünkü pek çok kız çocuk, anneleri tarafından “Bak şunun babası da böyle; e dizilere baksana orada da hep babalar aynı” diyerek avutulur. I Am Sam ise film olarak kalır, asla gerçek hayata taşınmaz. Baba ve çocuk ilişkisini saf kan duygularla görmek ve yaşamak istiyorsanız I Am Sam’den daha iyi bir örnek bulamazsınız.

John Q (2002): Düşünün; kıt kanaat geçinmenize rağmen mutlu bir aileye sahipsiniz. Maddi zorlukları bir şekilde yenmeye çalışıp mücadeleyi bırakmıyorsunuz. Fakat bir gün oğlunuz aniden rahatsızlanıp yeni bir kalbe ihtiyaç duyuyor. Ne yaparsınız? Okuması bile yürek burkarken, John Q’da seyretmek hiç kolay görünmüyor. Bir baba, oğlu uğruna belki de yapılabilecek şeylerin sınırını aşıyor. Üstelik kendini ve eşini hiç düşünmeden. Nasıl bir sevgi diye soracaksanız, bu filmi kaçırmamalısınız. Blogta sıklıkla tıklandığını ve arama motorlarında John Q diye aranıp bloguma ulaşılan en çok film olduğunu da hatırlatmam lazım.

The Pursuit of Happyness (2006): Umudunu Kaybetme’yi izledikten sonra aklıma gelen şey Will Smith ve oğlunun gerçek hayattaki ilişkisiydi. Projede beraber yer alan baba oğul, gerçek hayatta böyle oldukları için mi filmde de bu kadar etkileyici bir performans sergilediler acaba? Gene maddiyatsızlık ailenin belini büker ve bu sefer anne dayanamayıp eşini ve oğlunu terk eder. Oğlu Christopher ile baş başa kalan Chris; hem çalışıp, hem oğluna bakmak zorunda kalır. İçindeki evlat sevgisi o kadar yoğundur ki tüm sıkıntıları onun için çekmeye razıdır. Projeyi izledikten sonra Will Smith’e hayran kalmıştım. Hatta bundan sonraki projelerde eğer adı geçiyorsa, Christopher karakteri onları takip etmemi sağlamıştır. Baba ve çocuklarını konu alan filmlerin senaryosu, yönetmeni biraz ikinci planda kalır çünkü oradaki baba figürü o kadar baskın çıkar ki gerisi teferruat diye düşünülür. En azından benim için öyle.

Life Is Beautiful (1997): Filmin adını görünce bu kategoriye girmesinin biraz garip olduğunu düşünebilirsiniz fakat Guido’nun oğlu ile birlikte girdiği mücadele, dram komedi gibi görünen türün aksine bir babanın evladı uğruna da kendini siper etmesidir. Yahudi Soykırımı gibi ciddi bir olayı bu denli ele almak kuşkusuz yönetmen Roberto Benigni’nin başarısı olsa da oyuncu olarak baba performansı daha ön plana çıkıyor.

Kramer vs Kramer (1979): Boşanma sürecinde ortada kalan en masum şey çocuklarken, anne baba bazen bunun farkına varamıyor. Avery Corman, bunu çok akıcı ve etkileyici bir roman olarak okuyucularına kavuşturuyor. Yönetmen Robert Benton ise Dustin Hoffman gibi bir usta ile seyirciye aktarıyor. Burada da terk eden gene bir annedir ve çocukla baş başa kalan babadır. İşin tersi, hayatındaki en önemli noktaya işini koyan Ted, oğlu Billy ile ilk kez yalnız kalır; üstelik kahvaltıda bile ne yediğini bilmez. İş hayatı alt üst olurken, oğlunun varlığını yavaş yavaş tadan ve babalığın ne olduğunu geç de olsa fark eden Ted, ibret dolu bir 105 dakikayla seyirciyi ekrana kitler.

Godfather (1972): “Bu listede ne işi var bunun?” deyişinizi duyuyor gibiyim ama illa tüm filmlerde babalar sevgilerini açıkça göstermek ya da sonradan keşfetmek zorunda değildir! Don Corleone, İtalyan aile geleneklerine bağlılığı ile bilinen bir mafya babasıdır. Bu bağlılık için yapamayacağı şey yoktur. Olaya sadece mafya, adam öldürme diye bakmak haksızlıktır. Zaten eğer Godfather akıllarda mafyadan başka bir düşünce bırakmıyorsa filmi oturup yeniden izlemek gerekir. Elbette yaklaşımı çok doğru görünmez, evlatlarına sevgisini açıkça belli etmez. Sonuçta o, "I Am Sam"deki Sam, "John Q"daki John değildir. Ama o gelenekle yetişen ve onun bozulmaması için savaş veren bir adama göre örnek alınacak bir babadır. Her şey çocuklarının ve ailesinin iyiliği içindir! He tabi böyle bir babamın olmasını ister miydim? Kesinlikle hayır J

Finding Nemo (2003): Konu baba ve çocukları olunca, Kayıp Balık Nemo’yu listemeye almamak imkansızdır. Tehlikeli bir dünyada yaşadıklarını bildikleri için baba Marlin, oğlu Nemo’yu hep mavi dünyanın büyüsünden uzak tutmaya çalışmıştır. Fakat Nemo pek uslu durmadığı için sonunda kaybolur ve evin yolunu bulamaz. Meraklılığı başına çok işler açar. Oğluna düşkünlüğü ile insanlara taş çıkartan balık Marlin ise, her türlü zorluğa, düşmanlığa rağmen oğlunu bulmak için büyük bir mücadeleye girer. Görsel teknoloji yanında bu derece güçlü senaryoya sahip olması animasyonun hala akıllarda kalmasını sağlar. Kim unutabilir ki baba Marlin’i?

Babam ve Oğlum (2005): Her Çağan Irmak filmini yazarken kulaklarını çınlattığım Babam ve Oğlum, mim konusunu aslında özetleyecek bir senaryoya sahiptir. Hem göz yaşları hiç eksilmez, hem de kahkahalar… Ortada torun, baba ve dede ilişkisi vardır ve aslında içlerindeki kuvvetli bağdan onlar bile haberdar değildir. Hayatın zorlukları, inatla birleşince ortaya böyle bir dram ve hatta komedi çıkar. Belki iddialı bir laf görünebilir lakin şimdiye kadarki baba ve çocukları konusunda en iyi Türk filmi de Babam ve Oğlum’dur. Her izlediğimde içimi burkuyorsa, bu benim duygusallığımdan değil, filmin başarısındandır.

Son lafım ise gene I Am Sam'den geliyor: All You Need Is Love!


7 yorum:

  1. Her yerden filme bağlamayı başarıyorsun yaa, helal olsun ehehe.
    The Pursuit of Happyness bir de gerçek hikayeden uyarlanmaymış ya, o da daha çok etkiliyordu insanı. Oğlu cidden iyi oynamış kerata.
    Ve Life Is Beautiful tabiki bu kategoriye girecek, oradaki adam oğlu hiçbir şeyi anlamasın diye nasıl oyunlaştırıyor kampı. Nasıl gizliyor, saklıyor onu görevlilerden. Ve gülümsemesini yitirmeden nasıl bir sevgiyle başarıyor bunu. Ayyy, zaten Yahudu propagandası yapan filmler de ne hikmetse süper yahu ehehe.
    Ve Kayıp Balık Nemo'yu görünce bir gülümsedim, beklemiyordum ehehe.
    I Am Sam ya, cidden çok güzel bir hikaye. O da gerçek hikayeden uyarlamaydı diye hatırlıyorum, ya da attım mı ki?
    John Q'yu da merak ettim bak şimdii.
    Babam ve Oğlum dediğin gibi başlı başına bütün konuyu kapsıyor. Senin iyi sadece için titriyor, ben her seferinde ağlıyorum ya ahaha. Hatta son izlediğimde artık sahneye ağlamıyordum, gelecek sahneyi bildiğim için ona ağlıyordum ya. İyice abarttım, zaten suratım da çökmüştü.
    Pek alakası yok ama aklıma şey geldi, hani Requiem For A Dream'de son 5 dakikanın içinde bir yerde kadın yarışmaya gidiyordu ya, yok işte ödülünüz konuşuyor, işi var, nişanlanıyor falan diyordu adam ona. Sonra geliyordu Jared Leto sarılıyorlardı falan, müzik de orada arkadan geliyordu. Valla iyi ağlamıştım ehehe. Neyse çok konuştum, ben susuyorum.

    YanıtlaSil
  2. Senin ağlayasın gelmiş, benim yazımı bahane etme şimdi :D Teşekkür ederim güzel yorumun için :)

    YanıtlaSil
  3. 1)Yazı on numara olmuş Nemo hariç hepsini seyrettim ve hepsi harikaydı.
    2)Mimlendiğim için teşekkür ederim iyi bir şey olduğunu düşünüyorum :)
    3)Favori diğer filmin hangisi?

    YanıtlaSil
  4. Mimlenmek takip ettiğin bloggerları işaretlemek gibi bir şey sanırım. Detayını ben de çok kavramış değilim fakat ilk paragraftaki konuyu baz alarak dilersen sen de bir yazı yazıyorsun.

    Diğer filme gelince o da When Harry Met Sally! Her sene bu iki filmi mutlaka seyrederim :)

    YanıtlaSil
  5. Benim yaramaz çocuklarda bunu tam karşılayan bir yazım var aslında belki ilgini çeker http://yaramazcocuklar.blogspot.com/2011/11/yakalayn.html

    YanıtlaSil
  6. vito corleone gibi baba istemeyen nasıl olur yaa :) neler yapardım var ya off..

    YanıtlaSil
  7. Babalardan beklentiler farklı demek ki :) Neyse ki aynı babanın evlatları değiliz di mi? Yoksa birimizde hayal kırıklığı, diğerimizde mutluluk olurdu :)

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...