23 Ağustos 2011 Salı

I Am Love (2009)


Yazıyı okumadan önce afişe kısa bir göz atın. Herkes ciddi ve kendinden oldukça emin aristokrasi duruşuyla size bakıyor. Fakat tek bir kadın flaş patlaması etkisi yapacak renkli bir elbiseyle koltukta oturuyor. Başı ve omuzları dik fakat oturuşundan oraya ait olmadığını yahut ait olmak istemediğini görüyorsunuz. Afiş, filmi o kadar güzel anlatıyor ki son zamanlarda gördüğüm en başarılı afişlerden biri diyebilirim! “Melissa P.” filmi ile şöhreti kazanan yönetmen Luca Guadagnino, Barbara Alberti ve Ivan Cotroneo ile senaryoyu da kaleme alıyor. 114 dakikalık İtalyan yapımı filmin baş rolünde ise çarpıcı güzelliğiyle oyunculuğunu birleştiren Tilda Swinton yer almaktadır. Ayrıca Alba Rohrwacher, Pippo Delbono, Marisa Berenson ve Flavio Parenti kadronun daha da kuvvetlenmesini sağlayan diğer oyuncular.

İtalya’da tekstil işiyle uğraşan oldukça zengin bir ailenin büyükbabası, emekliye ayrılmak ister ve işleri oğlu ile torununa bırakır. Ailenin gelini Emma (Swinton) hem kocasının ve oğlunun iş yoğunluğu hem de kızının evi terk etmesi ile yalnızlığa gömülür. Bu yalnızlıktan sadece bir olayla kurtulur!

Seyretmeye başlar başlamaz burjuvazinin ortasına hızlı bir dalış yapıyorsunuz. Zengin, ihtişamlı fakat soğuk ve eski bir malikane; en az ev kadar zengin ve soğuk aile bireyleri, belirli kurallar, hizmetçiler üstünüze üstünüze geliyorlar. Fakat bir süre sonra bu duruma alışıyorsunuz. O soğuk evi daha detaylı incelediğinizde sanat eserlerinin farkına varıyorsunuz. Kuralları o aile bireyleri içinde makul görebiliyorsunuz. Evin soğukluğu ile insanların içindeki mutsuzluğu bağdaştırabiliyorsunuz. Gençlerin isteklerine göre değil de aile büyüklerinin isteklerine göre hareket edilmesine alışıyorsunuz. Tamam her şeyi kabullenen bir bünyeye sahip değilim ama film buna alıştırıyor sizi. Aslında bu açıdan bakıldığında oldukça tanıdık bir senaryo olarak geliyor. Zengin ailenin içinde herkes yalnız ve mutsuz. İnsanlar çıkış yolunu dışarıda arıyorlar ve evin içinde herhangi bir değişime çaba göstermiyorlar. Fakat bu filmde değişik olan şey ise, senaryo hem dil açısından çok kuvvetli hem de kurgu çok güzel ele alınıyor. Her ayrıntıda farklı bir şey ile karşılaşabiliyorsunuz. Aşk ve tutkunun en doğal hali görünebiliyor. Emma karakteri ise mihrap yerinde hesabı dışarıdan saygın bir aile hayatı görünen ama asla kendini keşfedemeyen ya da keşfetmeyi unutan bir kadın olarak izleyicinin karşısına çıkıyor. Uzun yıllar sonrasında kendini yeniden bulma çabası oldukça çarpıcı görünüyor. Hatta o burjuva hayatından kurtulmak isteyip başka bir hayata geçişini bile sanki buram buram sanat kokarak gösteriyor. Bu açıdan oldukça başarılı olduğunu kabul etmek gerekir. Konu Emma karakterine gelmişken kostüm tasarımcısı Monica Sironi’nin başarılı seçimlerinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Mutsuzluğun dibindeki Emma’nın tek parça elbise seçimleri o kadar göz alıcı ki eğer sahnede Emma varsa başka bir tarafa bakamıyorsunuz. Aslında kostümleri ve takıları oldukça sade, fakat çarpıcı renkler Emma’nın duygularını adeta dışa vuruyor. Afişteki kıyafet de buna bir örnek sayılabilir. Bunun yanı sıra saç ve makyaj tasarımları da senaryo ile (en az kostümler kadar) bütünleşmiş durumda.
Kurgusu başarılı olduğu için yavaş ilerlese de sürükleyiciliğini kaybetmeyen filmin müzikleri de sahnelere eklendiğinde ayrı bir renk katıyor. Zaman zaman dedektifvari müzik filmi izlerken heyecanlanmanıza da yol açıyor. Yönetmen bazı bölümlerde senaryoyu sanki bir kenara bırakıp İtalya’nın çayır çimenine ve mimarisine odaklanırcasına bize manzara izlemenin keyfini yaşatıyor. Özellikle Emma karakterinin gittiği bir çok yerde Milano’nun muhteşem yapılarını büyük bir zevkle takip ediyorsunuz. Sonra bir anda yeşilliklerin içinde börtü böcek seslerini dinliyorsunuz. Tam belgesel kıvamındayken tekrardan senaryoya dönerek duygu değişimi yaşıyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında kopukluk hissedebilirsiniz ama senaryoya dönüldüğünde (ki zaten manzara izlerken senaryo da devam ediyor ama yavaş ilerliyor) yabancılık çekmiyorsunuz. Bundan dolayı,  film kendini benzer senaryolardan ayrı tutabiliyor.

1960 İngiltere doğumlu Tilda Swinton, farklı güzelliği ile filmlerin ilgi çekici oyuncuları arasında yer alıyor. 1986 yılından beri sinema ve televizyon dünyasında aktif rol alan aktrisi, “The Beach”, “Vanilla Sky”, “The Deep End”, “Adaptation”, “Constantine”, “The Chronicles of Narnia Serisi”, “Broken Flowers”, “Michael Clayton”, “Julia”, “Burn After Reading” ve “The Curious Case of Benjamin Button” gibi bir çok bilinen filmden hatırlamak mümkün. “The Deep End” ile en iyi kadın oyuncu Altın Küre adayı, “Michael Clayton” ile en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar ve Bafta ödülü ile Altın Küre adayı, “Burn After Reading” ile en iyi yardımcı kadın oyuncu Bafta adayı sahibi olan ünlü oyuncu, I Am Love’da olduğu gibi birçok filminde çok fazla makyaj yapmasına gerek kalmadan oldukça iddialı bir şekilde seyircilerin karşısına çıkıp beğenileri topluyor.


7 yorum:

  1. Afişine baktım ve benim de dikkatimi çeken aldığı 5 yıldızlar oldu :)) gözümden kaçmış bu film

    YanıtlaSil
  2. bu afişin benzerini bi yerde görmüştüm ama çıkartamaadım henüz

    YanıtlaSil
  3. Serdar: Ben de tesadüfen gördüm ve izledim. Beklediğimden daha iyi fakat daha sanat içerikli bir film çıktı. İzlemeye değer.

    Alkan: Afişin benzerini hatırlarsan yazmanı isterim. Kafama takılır biliyorsun :)) Umarım askerdeyken gelmez aklına :D

    YanıtlaSil
  4. mad men afişine benzetmişim galiba onu buldum :D http://2.bp.blogspot.com/_HhnEZP0UIpY/TN0STBPQVnI/AAAAAAAAC5Q/8euEYfS_x7A/s640/6669mad-men.jpg

    YanıtlaSil
  5. Bu filmi tekrar izledim, estetik duygularımı acayip tatmin ediyor. Filmin görsel yapısına hastayım aynı şekilde afişine de :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de tekrar seyredebilirim bu filmi 2013'te. Hak ediyor.

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...