7 Nisan 2014 Pazartesi

The Butler (Uşak) (2013)

Uşak
Türkiye’de gecikmeli olarak (şimdilik 6 Haziran deniyor) gösterime girecek olan Uşak, Oscar döneminde kuvvetli bir aday olacağı hesaplanırken adından bile bahsedilmemesi sinemaseverleri biraz şaşırtmıştı. İzledikten sonra hem şaşkınlık devam ediyor hem de gerekçelerle yüzleşebiliyorsunuz. Yönetmenliğini Lee Daniels'ın üstlendiği filmin senaryosunu Wil Haygood'un "A Butler Well Served by This Election" adlı romanından Danny Strong uyarlamıştır. 132 dakikalık dramın oyuncu kadrosu ise izlemeniz için en önemli etken! Forest Whitaker, Oprah Winfrey, Mariah Carey, John Cusack, Jane Fonda, Cuba Gooding Jr., Terrence Howard, Lenny Kravitz, Robin Williams, Melissa Leo, Liev Schreiber, Alan Rickman. ABD yapımı, 30 milyon $ bütçeye karşılık şimdiden 168 milyon $ hasılat elde etmiştir.

Cecil Gaines, köle olan ailesinin kaderinden bir nebze sıyrılan Beyaz Saray’da görevli siyahi bir uşaktır. Emekli olana kadar tam 8 ABD başkanıyla çalışmıştır. Bu süre içinde ise Amerikan tarihinin önemli olayları yaşanmış, ırkçılık hayli göz önüne çıkmıştır. Siyahi bir uşak ve baba olarak bunlara göğüs germek ve Beyaz Saray’da nefes almak ise hayli güçtür.

Filmin kilit iki noktası oyuncu kadrosu ve hikayenin yaşanmışlığıdır. 132 dakika boyunca Amerika’nın tarihine göz atma imkanı yakalayabiliyorsunuz. Bazı olaylar elbette arka planda kalıyor. Sonuçta filmdeki hedef siyahilere karşı yapılan ırkçılıktır. Bu nedenle, tarihte yaşanan her olayın filmde yer almamasını eleştirmek biraz yersiz geliyor. Diğer  yandan, 30 seneyi içermesi olayları zaman zaman kopuklaştırıyor.
Cecil'in annesine yapılanlarla hayli sert bir girişe sahip olan The Butler, bu keskinliği belirli aralıklarla devam ettiriyor. Cecil'in oğlu Louis'in ve arkadaşlarının yaşadıkları ise ikinci kez kanınızı donduruyor. "12 Years a Slave"de nasıl şok edici sahneler varsa, bu filmde de o etkiyi yakalamak mümkündür.

Yaşanmış bir hikaye olduğu için karakter detaylandırmalarının başarısını öne sürmek pek doğru görünmüyor. Gene de kalabalık bir kadro içinde hemen her karaktere yeterince yer veriliyor. Cecil, özgürlüğü kısmen yakaladıktan sonra geçmişini unutur; daha doğrusu unutmak zorunda kalır. Baba ile oğlun düşüncelerindeki en büyük fark çocukluklarıdır. Zira Cecil tarlada köle olarak çalışan bir anne babanın oğludur. Louis ise babası Beyaz Saray’da çalışan, annesi ise ev hanımı olan bir çocuktur. Aradaki bu keskin fark onların şimdiki zamana ve geleceğe bakışlarını belirler. Her iki karakter üzerinden dönemi irdeleyecek olursak, haklı yönler ortaya çıkıyor ve düşünceler tepe taklak oluyor. 

Mekan, dekor, kostüm, saç-makyaj tasarımı göz kamaştırıcıdır. Büyük merakla ABD first ladylerinin ve Cecil’in eşi Gloria’nın her daim iddialı kıyafetlerini seyrettim. Beyaz Saray’ın yıllar içinde değişen ve değişmeyen detayları dikkat çekiciydi. Louis’in saç ve kostümleriyle dönemleri inceleme fırsatı yakalamak ise ayrı bir heyecandı.

Yönetmen koltuğunu yoklamak gerekirsek, Lee Daniels tecrübesini gittikçe geliştirdiğini ve sadece Lee Daniels çekti diye film izleyen sinemaseverlerin sayısını artırdığı aşikar. Zira “Monster’s Ball”, “Precious”, “The Paperboy” gibi filmler seyirciyi koltuğa çekiyor. Daha önce de belirttiğim gibi tek sıkıntı hayli uzun bir dönemi 132 dakikaya sığdırmaya çalışmak!

IMDB’den 7.1, Rotten Tomatoes’tan 72 almıştır. Toplu performansta inanılmaz bir başarı sergiliyor. Bir dakikalık oyunculuğuyla Mariah Carey dahi harikaydı. Peki, neden Oscar’a aday olamadı? Gayet açık: İddialı bir prodüksiyon yok! Müzik çalışması yeterli değil. Rodrigo Leao’ya haksızlık etmek istemesem de böyle bir kadro ve öykü varken müziğin insanı koltuğuna mıhlaması gerekirdi. Diğer yandan, her film Oscar'a koşmak zorunda da değil. Enfes oyunculuk, takdir edilesi bir yaşanmışlık var. Mutlaka seyretmek lazım.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...