Tepelerin Ardında |
Oscar peşindeyken seyretmeye
fırsat bulamadığım, herkesten övgüler toplayan Tepelerin Ardında, etkileyici
hikayesi ve anlatımıyla izlenmesi gereken projeler arasına giriyor. 8 Şubat’ta
Türkiye’de gösterime giren dram, Romanya’nın yabancı dildeki en iyi film Oscar
temsilcisiydi. 155 dakikalık Fransa, Belçika, Romanya yapımın yönetmenliğini ve
senaristliğini Cristian Mungiu üstleniyor. “4
Ay, 3 Hafta, 2 Gün” filmini izlediyseniz neden bu filmi önereceğimi de az
çok tahmin edersiniz. Baş rolleri Cosmina Stratan, Cristina Flutur, Dana
Tapalaga paylaşıyorlar. Hikaye, yaşanmış öykülerden uyarlanmıştır.
Alina ve Voichita yetimhanede
beraber büyüyen, türlü zorluklara beraber göğüs germiş iki arkadaştır.
Yetimhaneden sonra Alina Almanya’ya gitmiş, Voichita Moldovya’da bir
manastıra yerleşmiştir. Alina Almanya’daki yalnızlığa dayanamayıp
Voichita’yı ziyarete gider. Amacı onu alıp yeni bir hayata yelken açmaktır.
Lakin Voichita manastırdaki hayatından kopmaya pek niyetli değildir.
Hayli iddialı, zor bir öyküye
sahipken Oscar’ın görmemezlikten gelmesi beni oldukça şaşırttı. Bir de kendi
halimize üzüldüm; nerede “Ateşin Düştüğü Yer”, nerede Tepelerin Ardında? Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye
adayı olan, en iyi kadın oyuncu ödüllerini baş rollerdeki Flutur ve Stratanın
paylaştığı, en iyi orijinal senaryo ödülünü de kazanan proje, kan dondurucu sona sahip. Özellikle ikinci yarısı seyirciyi koltuğuna kitliyor. Yaşananlar
dramdan trajediye dönüyor neredeyse.
Ortada tam adının koyulmadığı,
hissetseniz bile göze sokulmayan bir sevgi var. İki kız, yetimhanedeki
zor koşullarda birbirlerine tutunmuşlar. Ta ki kalma süreleri bitene kadar.
Sonrasında biri özgürlüğe yelken açmış, diğeri de manastıra sığınmış. Yani
tamamen zıt dünyalara geçiş yapıyorlar. Tekrar buluşmalarında ise ciddi farklılık ortaya çıkıyor. Voichita artık eskisi gibi değildir, kendini tamamen
manastır hayatına bağlamış ve rahip ile rahibelerin görüşleri dışına çıkmayan,
kendi düşüncelerini hayata geçiremeyen insan haline gelmiştir. Hayattaki en
yakın arkadaşı, dostu, her şeyi olan Alina’nın manastırda dışlanması onu içten
içe üzse de bunu dışa yansıtmıyor, kimseye tepki göstermiyor. Onu da manastır
hayatına sokmaya çalışıyor çünkü doğru yolun Tanrı sevgisi olduğuna inanıyor.
Tepkisizlikten öte Alina’ya yaşatılanlar bir süre sonra sabrı taşırıyor.
Cehaletin nerelere kadar uzanacağını görüyoruz. Hani manastırdaki insanların
içine girip isyan edesiniz geliyor. Bu noktada gerçekçilik en üst seviyeye
çıkıyor. O sahnelerde dram gerilime dönüyor.
Karakter detaylandırmalarında
Alina’dan öte Voichita göze çarpıyor. Aslında Voichita da tepkisizlikten öte
bir şey yapmıyor. İşte o tepkisizlik sizi karakterden soğutuyor, nefret eder
duruma sokuyor. Bu hareketsizlik, vurdumduymazlık, olanlara ses çıkarmayış
çileden çıkmanıza yetiyor. Üstelik tüm bunları yaşayan sevdiği tek insan! Alina ezilen ve dışlanan taraf olarak antipati uyandırılmaya çalışılıyor. Lakin
Alina’ya kızamıyorsunuz. İstediği şey kötü değil, çabaları da göz ardı edilecek
gibi değil. Cannes’da neden ikisinin de ödül aldığını filmi seyrettikten sonra
çok iyi anlayacağınıza inanıyorum. Karakterleriyle bütünleşmişler, rol yaptıklarını anlamak hayli zor.
Mekan, dekor, kostüm detayları
çok özenilmemiş görünüyor. Zaten ufak kasabada, ağırlığı manastırda geçen
bir hikayedir. Beklentinizi üst seviyelere çıkarmaya gerek kalmıyor. Tamamen
karamsar renk seçimiyle de öykünün ağırlığı daha artıyor. Manastırda
sanki siyahtan başka renk yokmuş gibi geliyor. Alina’nın kot tshirtü ve
renkleri neredeyse manastırda frapan sınıfına giriyor. Özensiz görünen bu gibi
ufak detaylar hikayeye ayrı renk katıyor.
Filmin tek olumsuz noktası
yaklaşık 3 saat sürmesidir. Zor öyküyü bu sürede sabırla izlemek için
sinemaseverlik gerekiyor. Üstelik drama göre sürükleyicilik de arka planda
kalıyor. İzlemeye karar verirseniz bunu göz önünde bulundurmak lazım!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder