8 Mart 2013 Cuma

Mar (2011)


20 Nisan 2012’de gösterime giren Mar, Doğu’nun hayatını, kültürünü yarı belgesel kıvamında anlatan ilgi çekici bir dram olarak karşımıza çıkıyor. 1982 doğumlu genç yönetmen Caner Erzincan’ın ilk uzun metrajlı filmidir. İlk filme oranla başarısı göz ardı edilemez. 100 dakikalık projenin baş rollerinde Volga Sorgu Tekinoğlu, Begüm Kütük, Mahmut Gökgöz, Raşit Saraç ve Yılmaz Şerif yer alıyorlar. Yazının devamına geçmeden akla ilk gelen soruyu yanıtlamakta fayda var: Mar, eski dilde yılan demek(miş).

Halil, oğulları Yılmaz ve Güven’le taşrada yaşar. Zamanında sınırda kaçakçılıkla para kazanan Halil’in bu işten dili yanmıştır. Yılan avlayarak geçinen Yılmaz’ın kaçakçılığa bulaşmasını istemez. Tabi bundan da yeterli para gelmez. Bir yandan maddi sıkıntı, diğer yandan evdeki yalnızlık onların canına tak eder.

Filmin hoşuma giden üç yanı oldu: İlki anlatımdaki sadelik. 2 kuşağın (küçük oğlanın torun yaşında olmasını düşünürsek 3 kuşak) yaşadıkları abartılmadan, duygu sömürü yapılmadan aktarılıyor. İkincisi ise hikayenin anlatıldığı zaman. Aslında günümüzü anlatıyor fakat maddi yoksulluk, coğrafya koşulları 30-40 yıl öncesini anlatıyor havası veriyor. Günümüzde geçtiğini ise doktor Bahar’la, muayenehanesiyle ve telefonla anlayabiliyoruz. Bu kısa süreli karışıklık benim çok hoşuma gitti. Verilen mesaj kafa yormuyor, göze batmıyor. Caner Erzincan sadece olanı “olduğu gibi” aktarıyor. Hoşuma giden üçüncü şey öykünün Doğu’da geçmesine rağmen herhangi bir propaganda barındırmaması. Doğu’yu konu alan projelerde töre ve siyasi propagandaları nedense aklımızda hep yer edinmiştir. Mar’da her ikisi de yok (işsizlik, yoksulluğa yapılan göndermeleri saymazsak).
Karakter detaylandırmalarına gelince; Halil, Yılmaz ve Güney’in gözüyle coğrafi koşullar, yalnızlık, çaresizlik, yoksulluk, umut çok başarılı ele alınıyor. Diyaloga bile bazen gerek kalmıyor. Halil, zamanında yürüttüğü iş sonrasında zorluklarla sınanmıştır. Yılmaz, yılan avcılığıyla geçinememe derdindedir. Yaşadıkları yer, ek bir işe fırsat vermiyor. Yılmaz’ın derdi çalışmamak değil; ortada yapacak iş yok. İnsanların bir bakıma neden kaçakçılığı tercih ettiğini en yalın şekilde gösteriyor. Küçük Güven ise salyangoz toplayarak ailesine katkıda bulunmaya çalışıyor. İşi bir kenara bırakırsak, Halil evlenmek istiyor fakat yaşı ve maddi imkansızlığı nedeniyle önüne hep set çekiliyor. Yılmaz aşık oluyor, hayaller kuruyor; en ufak bir gülümsemeyi veya iki çift sözü farklı boyutlara taşıyor. Güven’se aşkı Elif için fedakarlıkta bulunuyor. Hepsinin istediği aynı; yalnızlıklarına ilaç ve sevgi. Bu kadar masumane taleplerini görmek insanı hüzünlendiriyor.

Görselliğe gelince; Caner Erzican’ın önceki belgesel tecrübeleri filme de alt yapı sağlamış. Kamera açıları etkilidir. Acelesi olmadan anlatıyor öyküyü; tıpkı belgesellerdeki gibi. Coğrafyayı, kültürü, gelenek görenekleri rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Müzik çalışmaları çok öne çıkmasa da var olduğu sahneleri hayli yükseltiyor. Aynı türkü, karakterlerin yaralarını kanatırcasına zaman zaman ortaya çıkıyor. Duyguları öne çıkarıyor ve beğeni topluyor.

Begüm Kütük’ün oyunculuğunu çok yakından takip etmediğim için ön yargılı izlemeye koyulmuştum. Lakin yer aldığı sahnelerde etkisini konuşturuyor. Volga Sorgu’ya zaten diyecek çok söz yok. "Kaledeki Yalnızlık" yazımda yeteri kadar bahsetmiştim kendisinden. Sessiz sedasız, yolunda gayet başarılı ilerliyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...