20 Nisan 2012’de gösterime giren Mar, Doğu’nun
hayatını, kültürünü yarı belgesel kıvamında anlatan ilgi çekici bir dram olarak
karşımıza çıkıyor. 1982 doğumlu genç yönetmen Caner Erzincan’ın ilk uzun
metrajlı filmidir. İlk filme oranla başarısı göz ardı edilemez. 100
dakikalık projenin baş rollerinde Volga Sorgu Tekinoğlu, Begüm Kütük, Mahmut
Gökgöz, Raşit Saraç ve Yılmaz Şerif yer alıyorlar. Yazının devamına geçmeden
akla ilk gelen soruyu yanıtlamakta fayda var: Mar, eski dilde yılan demek(miş).
Halil, oğulları Yılmaz ve Güven’le taşrada
yaşar. Zamanında sınırda kaçakçılıkla para kazanan Halil’in bu işten
dili yanmıştır. Yılan avlayarak geçinen Yılmaz’ın kaçakçılığa bulaşmasını
istemez. Tabi bundan da yeterli para gelmez. Bir yandan maddi sıkıntı, diğer
yandan evdeki yalnızlık onların canına tak eder.
Filmin hoşuma giden üç yanı oldu: İlki anlatımdaki
sadelik. 2 kuşağın (küçük oğlanın torun yaşında olmasını düşünürsek 3 kuşak)
yaşadıkları abartılmadan, duygu sömürü yapılmadan aktarılıyor. İkincisi ise
hikayenin anlatıldığı zaman. Aslında günümüzü anlatıyor fakat maddi yoksulluk,
coğrafya koşulları 30-40 yıl öncesini anlatıyor havası veriyor. Günümüzde
geçtiğini ise doktor Bahar’la, muayenehanesiyle ve telefonla anlayabiliyoruz.
Bu kısa süreli karışıklık benim çok hoşuma gitti. Verilen mesaj kafa yormuyor,
göze batmıyor. Caner Erzincan sadece olanı “olduğu gibi” aktarıyor. Hoşuma
giden üçüncü şey öykünün Doğu’da geçmesine rağmen herhangi bir propaganda barındırmaması. Doğu’yu konu alan projelerde töre ve siyasi propagandaları
nedense aklımızda hep yer edinmiştir. Mar’da her ikisi de yok (işsizlik,
yoksulluğa yapılan göndermeleri saymazsak).
Karakter detaylandırmalarına gelince; Halil, Yılmaz ve
Güney’in gözüyle coğrafi koşullar, yalnızlık, çaresizlik, yoksulluk, umut çok
başarılı ele alınıyor. Diyaloga bile bazen gerek kalmıyor. Halil, zamanında
yürüttüğü iş sonrasında zorluklarla sınanmıştır. Yılmaz, yılan avcılığıyla
geçinememe derdindedir. Yaşadıkları yer, ek bir işe fırsat vermiyor. Yılmaz’ın derdi çalışmamak değil; ortada yapacak iş yok.
İnsanların bir bakıma neden kaçakçılığı tercih ettiğini en yalın şekilde
gösteriyor. Küçük Güven ise salyangoz toplayarak ailesine katkıda bulunmaya
çalışıyor. İşi bir kenara bırakırsak, Halil evlenmek istiyor fakat yaşı ve
maddi imkansızlığı nedeniyle önüne hep set çekiliyor. Yılmaz aşık oluyor,
hayaller kuruyor; en ufak bir gülümsemeyi veya iki çift sözü farklı boyutlara
taşıyor. Güven’se aşkı Elif için fedakarlıkta bulunuyor. Hepsinin istediği
aynı; yalnızlıklarına ilaç ve sevgi. Bu kadar masumane taleplerini görmek
insanı hüzünlendiriyor.
Görselliğe gelince; Caner Erzican’ın önceki belgesel
tecrübeleri filme de alt yapı sağlamış. Kamera açıları etkilidir. Acelesi olmadan
anlatıyor öyküyü; tıpkı belgesellerdeki gibi. Coğrafyayı, kültürü, gelenek
görenekleri rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz. Müzik çalışmaları çok öne
çıkmasa da var olduğu sahneleri hayli yükseltiyor. Aynı türkü, karakterlerin yaralarını
kanatırcasına zaman zaman ortaya çıkıyor. Duyguları öne çıkarıyor ve beğeni
topluyor.
Begüm Kütük’ün oyunculuğunu çok yakından takip
etmediğim için ön yargılı izlemeye koyulmuştum. Lakin yer aldığı sahnelerde
etkisini konuşturuyor. Volga Sorgu’ya zaten diyecek çok söz yok. "Kaledeki Yalnızlık" yazımda yeteri kadar bahsetmiştim kendisinden. Sessiz sedasız, yolunda gayet başarılı ilerliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder