Sen Gitmeden Önce |
Temmuz sıcağında gösterime giren
Sen Gitmeden Önce, 1960ların dünyasında gençlerin müziğe olan aşkıyla kuşak
çatışmasını harmanlayan bir filmdir. 20 milyon $ bütçeyle hazırlanan ABD
yapımının yönetmen koltuğunda “The
Sopranos”un yönetmeni David Chase oturuyor. Chase, senaristliği de
üstlenerek filmi sahipleniyor. Dramın oyuncu kadrosunda John Magaro, Jack
Huston, James Gandolfini, Dominique McElligott, Bella Heathcote yer alıyorlar.
1960lıların Amerika’sında Douglas
ve arkadaşları müziğe tutkundurlar. Rock’n Roll’u benimseyen bir grup oluşturup
seslerini duyurmak isterler. Lakin dönemin koşullarında ve ailelerinin
itirazlarıyla bu hiç kolay olmayacaktır.
Sen Gitmeden Önce, 1960ların
ruhunu derinlemesine izlemek için harika bir fırsat sunuyor. Mekan, dekor,
kostüm, saç ve makyaj seyirciyi öyle cezbediyor ki senaryodaki boşlukları unutabiliyorsunuz. Hele de 1960larda doğmayan, o günleri
yaşamayanlardansanız filmin içinde film izler gibi hissediyorsunuz. Kullanılan
kelimeler, vücut hareketleri bile sanki daha farklı. Renkler hem geçmişin
tozlarını yaşatıyor hem de canlılığını koruyor. Yani dönemi yansıtmada gayet
başarılı! Teknik olarak aynı düşünceye sahip olamasam da türe göre ve yönetmenin
ilk uzun metrajlı filmi olması sebebiyle göz ardı etmeyi tercih ediyorum.
Peki, ya senaryo? Dönemin değişme
aşamasındaki kültürü, ciddi bir kuşak çatışması ortaya çıkarıyor. Gençler özgürlükçü,
barışçıl bir hayat tercih etmek istese de aileler geleneklerine ve devlete
bağlı kalmayı doğru buluyorlar. Müzikten para kazanılmayacağını, hele hele “ne
olduğu belirsiz” Rock’n Roll ile ne kariyer ne para sahibi olunabileceğine
inanıyorlar. Müzikle beraber hayata giren uyuşturucu işleri daha zorlaştırıyor;
gençlik ve aile arasındaki köprüleri yıkıyor. Buraya kadar anlatılan her şey
muntazamdır. Diğer yandan, olay zaman zaman tıkanıp kalıyor. Çatışmalar kendini
tekrarlıyor. Kariyer başarısızlıkları karakterleri sıktığı kadar, seyircinin de
ayağına çelme takıyor. Dougles ve ekibinin hayatı artık ilk baştaki merak
duygusunu sürdüremiyor. Hatta öyle zaman geliyor ki “Acaba biyografi mi
izliyorum?” hissi uyandırıyor.
Filmin dönemi yansıtmadaki en
güzel ikinci unsuru kesinlikle müziktir. Sırf çalınan şarkılar için bile
izlemeye değer. The Beatles, James Brown, The Rolling Stones’la başlayıp
dönemin tüm başarılı müzisyenlerine, gruplarına ve şarkılarına selam
gönderiyor. Senaryonun sıkıcı olmaya başladığı sahnelerde dahi müzik büyük bir
savaşa giriyor ve sizin ekrandan kopmanızı engelliyor.
IMDB’den 5.9, Rotten Tomatoes’tan
70 almıştır. Müzik çalışmalarını hariç tutarsam IMDB puanı daha gerçekçi
görünüyor. Amerika’nın o dönemki koşullarını anlatırken filmin daha çarpıcı
aktarılabileceğine canı gönülden inanıyorum! Gene de yönetmeni çok eleştirmeden
yeni filmlerini beklemekte fayda var!
Genç oyuncular 60ların ruhunu
yansıtırken heyecanlarını ortaya koysalar da akılda kalıcı bir performans
göremedim, hissedemedim. Neyse ki James Gandolfini vardı. Not Fade Away,
beklenmedik bir anda Temmuz ayında vefat eden Gandolfini’nin son beş filminden
biri olarak sinemaseverlere yadigar kaldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder