Arthur Newman |
Başarısız evlilikten sonra
babalığını da yürütemeyen Wallace Avery, mutsuz bir iş adamıdır. Tek çare
olarak kendi ölü gösterip başka bir insanın hayatını sürdürmektir. Arthur
Newman olarak yaşamanın adımlarını atıp yolculuğa çıkarken, gizemli ve bir o
kadar da çılgın Mike ile tanışır. Aslında ikisinin hayatı birbirine
benzemektedir. Peki, Çıktıkları yolculuk onların yeni başlangıcı mı olacak yoksa sonları mı?
Bazen hayatımızın bunaltıcı, rutin temposundan kaçıp yeni şeyler keşfetmeyi düşündüğümüz anlar olmuştur. Wallace bunu o kadar derin düşünüyor ki, ince detayların içinde kaybolup kendi ölümünü dahi hazırlıyor. Nefret duygusu taşıyan eski eşini ve babalıktan nasibini alamamış oğlunu arkada bırakıyor. Zaten onların hayatında hiç olamamış. Yolda karşısına çıkan Mike ise, gizemini uzun süre bozmadan Wallace’ın yani Arthur’un hayatına sessiz sedasız giriyor. Wallace, hayatı boyunca yapmadığı çılgınlıkları sebebini anlayamadığı bir şekilde Mike ile yapıyor; üstelik sorgulamadan ve keyif alarak. Bu yarı eğlenceli çılgınlıklar aslında onların içindeki karayan yaraları sarmak için ufak kaçamaklar diye düşünülebilir. Lakin, nereye kadar? İşte bu noktada ikisinin hayatı sorgulanıyor. Yönetmen ve senarist güzel bir işbirliği ile filmin kilit noktasını yakalıyorlar. Tabi bu başarı tüm filme yayılamıyor. Hikayenin sanki ruhu eksik; size bir şey katamıyor veya 101 dakikayı etkileyici geçirtemiyor. Senaryodaki kopukluklar; yan hikayelerin gereksizliği ana karakterlere odaklanmanızı engelliyor. Baş rollerde bu denli yetenekli insanlar varken, karakter kalabalığına gerek yok düşüncesindeyim.
Bazen hayatımızın bunaltıcı, rutin temposundan kaçıp yeni şeyler keşfetmeyi düşündüğümüz anlar olmuştur. Wallace bunu o kadar derin düşünüyor ki, ince detayların içinde kaybolup kendi ölümünü dahi hazırlıyor. Nefret duygusu taşıyan eski eşini ve babalıktan nasibini alamamış oğlunu arkada bırakıyor. Zaten onların hayatında hiç olamamış. Yolda karşısına çıkan Mike ise, gizemini uzun süre bozmadan Wallace’ın yani Arthur’un hayatına sessiz sedasız giriyor. Wallace, hayatı boyunca yapmadığı çılgınlıkları sebebini anlayamadığı bir şekilde Mike ile yapıyor; üstelik sorgulamadan ve keyif alarak. Bu yarı eğlenceli çılgınlıklar aslında onların içindeki karayan yaraları sarmak için ufak kaçamaklar diye düşünülebilir. Lakin, nereye kadar? İşte bu noktada ikisinin hayatı sorgulanıyor. Yönetmen ve senarist güzel bir işbirliği ile filmin kilit noktasını yakalıyorlar. Tabi bu başarı tüm filme yayılamıyor. Hikayenin sanki ruhu eksik; size bir şey katamıyor veya 101 dakikayı etkileyici geçirtemiyor. Senaryodaki kopukluklar; yan hikayelerin gereksizliği ana karakterlere odaklanmanızı engelliyor. Baş rollerde bu denli yetenekli insanlar varken, karakter kalabalığına gerek yok düşüncesindeyim.
Yönetmenin filme kattığı fazladan bir şey yok. Mekan, dekor, kostüm detayları göze çarpmıyor. Farklı mekanlarla renk katılması düşünse de takip etmeyi zorlamaktan başka işe yaramıyor. Koyu renkler dramı öne çıkarırken, Arthur ve Mike’in maceraları komediyi ayakta tutuyor. Keşke tökezlemese diye birkaç kez elinden tutmak istiyorsunuz. Konsantreyi bozmamak için uğraşsam da hikaye bir süre sonra sıkıcılıktan kurtulamıyor.
IMDB’den 5.5, Rotten Tomatoes’tan 23 alması benim gibi bir çok sinemaseverden geçer not alamadığının ispatıdır. Emily Blunt’un performansı; Colin Firth’ün tecrübesi filmin tek artı
noktalarıdır. Yönetmen keşke oyuncu seçimi kadar senaryo üstünde de durup
hikayeyi güzel bağlayabilseydi.
Not: Bu kadar başarısız afişi nasıl seçtiler acaba?
Not: Bu kadar başarısız afişi nasıl seçtiler acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder